Hayırsız Evlat - 16. Bölüm: Kill Me! -1

 İyi Okumalar!


"Belirli bir süre ölüm cezası ertelenmiş birer hükümlüyüz."

Dorian Gray'in Portresi - Oscar Wilde 


Gülüşlerim sanırım dışarıya çıkmıştı ki, hemşire gelmişti. Ama benim öylesinde gür kahkahalar attığımı görünce hemen cebinden bir küçük telefon gibi bir şey çıkarıp tuşa basmıştı. 

Bir şeyler diyordu ama kulaklarım sadece kendimi kahkahalarımı duyuyordu. Kahkahalarım bana neden çığlık gibi geliyordu. İroniye gülüyordum oysa, o zaman bu acı çığlığı atanda kimdi?

Ben olamazdım. Acaba ben ona gülüyorum diye, çocukluğum mu çığlık atmaya başlamıştı. 

Gözlerimle etrafa bakarken odaya doktorların girdiğini görünce, çığlık daha güçlenmişti. Komikti. Doktorlardan mı korkuyorsun ha? Çocukken doktorları severdik, ama sende haklısın bizim ölmemize mâni oluyorlar değil mi? 

Biri bedenimi yatağa bastırıyordu. Doktorlar birbirlerine bir şey diyorlardı, dudaklarının hareketlerinden anlıyordum bunu ama çığlık o kadar güçlüydü ki, duyamıyordum bile. 

Sinirlenmeye başlıyordum. Çocukluğum bu kadar sinir bozucu muydu her zaman?

Serkan Sayer’in neden beni sürekli dövdüğü şimdi anlaşılıyordu. Böyle çığlık atan çocukla uğraşılmazdı. 

Kalbime doğru bir iğneyi sapladıklarında, iki kolumdan ve omuzlarımdan beni yatağa sabitlediklerini daha yeni fark ediyordum. 

Göğsüm istemsizce havaya kalkarken dudaklarımdan derin bir nefes alırken, çığlık gitmişti. 

Korkmuş muydu? Neredeydi bu çocuk yine. Yanımdan ayrılmamalıydı. Büyükler küçük Kunter’e hiçbir zaman iyi davranmamıştı. Benden başka güvenebileceği kimsesi yoktu. Belki de sessizce ağlamaya geçmişti. 

Yüzümde hissettiğim ıslaklıkla donarken. Doktorların sesi yavaş yavaş kulaklarıma dolmaya başlamıştı. Sonunda duymaya başlamıştım. 

“…kriz.” 

“Psikolojik olarak çökmüş durumda, Psikiyatriye sevk etmemiz en mantıklısı olur.” 

Ne diyorlardı? 

Kimden bahsediyorlardı?

Gözlerim kapanmaya başlıyordu. 

“Sevkini kabul ediyorum. İntihara kalkış birisi. Ailesine haber edin. Hastayı sevk edeceğiz.” 

Ah, benim hakkımda konuşuyorlardı. Gözlerimi tamamen kapatmadan önce bu duruma gülümsemeden edemedim. 

Tımarhaneye kapatılacaktım ha! 

Tamamen kendimi karanlığa bırakmadan önce doktorların hala konuştuğunu duyuyordum ama aklım algılamıyordu…

Sanırım ben yine hapis hayatı yaşayacaktım…


- YENİ BÖLÜM - 


Delirmek. Ne kadar zor bir şey biliyor musunuz? Bilemezsiniz. İnsanoğlu kolay kolay delirmez! Hiç değilse benim gibi tamamen delirmezdi.

Baltacıları görmek istememiştim. Bağırıp çağırmıştım ki, haklıydım da. Benden başka burada bu konu hakkında haklı olan biri yoktu. Haklıydım. Baltacılar, Sayerler hepsi beni diri diri toprağa gömüştü. Toprağımın üzerine de işemişlerdi.

Ne dirime saygıları olmuştu ne de ölümüme!

Hak, Hakkını helal et!

Ne kadar kolaydı. Dudaktan çıkan bir kelimeyle her şey siliniyor muydu?

On beş yıl boyunca çektim ben bu acıyı. Gencecik zamanlarımı dört duvar arasında işkenceler içerisinde yaşamıştım. Ben delirmeyecektim de kim delirecekti?

Karşımdaki Kumral kalıplı doktor mu?

Doktor ela gözleriyle bana sempatiyle bakıyordu. Bakardı tabi, buraya getirilirken zorluk çıkarmış o meşhur deli gömleğini giydirmiştim kendime! Dışarı çıkarsam bir tane kırmızı huni almam lazımdı.

Doktorun yakasındaki, ‘Prf. Dr. Perez Koç’ yazısıyla gülümsedim.

Elin katilini bana doktor diye karşıma çıkarmışlardı. Ha, doğru bu on yıl sonra öğrenilecekti değil mi? Allah’ın psikopatı mı beni iyileştirecekti?

Allah’ım benim çekilecek çilem bu kadarsa, taksit takist yerine peşin çekmeye razıyım ben.

Gözlerimi karşımdaki psikopattan çekip duvara diktim. Duvarlar garip bir beyaz rengindeydi. Sanki insana hiçlik gibi gösteren bir griydi. Camlar ise uzunlamasına dikdörtgendi. Camlardaki demir parmaklıkları unutmamak gerekirdi. Odada bir masa vardı. Tahta maun, kahverengi siyah arası bir renk vardı ama doktor masanın arkasında oturmak yerine, önümdeki tekli koltuğa oturmuştu. Bacak bacak üste atmayı unutmamıştı tabi. Bu hareketi bacak kaslarını sergilemişti. Bu adam ellilerinde değil mi?

Doktorda beni izliyordu. Benim önlüğüm içeri girer girmez çıkarılmıştı. Sevk ederken verdikleri sakinleştiriciler sağ olsun, Ramiz Dayı bile sakinleşirdi bu sakinleştiricilerle.

“Merhaba,”

Ah, başlıyorduk.

Karşılık vermek yerine gözlerimi masanın arkasındaki Atatürk resmine diktim.

“Ben Doktor Perez, Perez Koç. Senin gibi bir gençle tanıştığım için mutluyum. Umarım buradaki süreciniz size iyi gelir. Adınızı öğrenebilir miyim?”

Adamın sesi tatlı ve sakindi. Çocukken, okullarda dinletilen hikâye anlatıcıları gibiydi sesi. İnsanı huzura gönderiyor gibiydi ama hayır, her şeyi biliyordum. On yıl sonra bu adamın ipi kesilecekti. Hastane sahibine komplo ve Kemal Taş’ın karısını öldürmekten yirmi yedi yıl yiyecekti ama hapse geldiği ilk hafta yemekhanenin tavanına bedenini asacaklardı. İntihar değildi. Hapishanemde olmuştu bu olay. Bir aşiret olayıydı sanırım. Bu karşımdaki tatlı dili şeytan, aşiretin oğlunu da öldürmüş  öyle bir durum vardı. O sıralar gardiyanlarla pek konuşmuyordum. Yan hücremde kalan meraklı Melahat anlatmıştı her şeyi. Ben sadece bir kez görmüştüm bu herifi, o da yemekhanedeki haliydi. Yılda bir kere girdiğim yerde de bu adamın ölü bedeninin sergilenmesini izlemiştim.

“Kunter, Kunter Sayer…” Dedikten sonra başımı ellerime eğip gülümsedim. “Tabi hala öyleysem.” Derken sesim kısık çıkmıştı. Ama ciddiydim. Serkan Sayer kesin hemen beni evlatlıktan reddetmeye çalışıyor olmalıydı. Başımı kaldırıp doktorun elalarına baktım. “Önceden söyleyeyim, buraya rızam dışı getirildim. Buradan hiç memnun değilim.”

Sözlerimle psikopat doktor sıcak ve samimi bir şekilde gülümsedi ama içindekileri biliyordum ki ben.

“Anlıyorum, tabi ki de. Burası alışılması zor bir yer olabilir. Ama unutmayın ben buradayım ve sizin için buradayım. İsterseniz, bu süreçte size nasıl yardımcı olabileceğimi konuşalım.”

Doktorun sözlerine göz devirmek istesem de kendimi zor tutum. Ablam bu doktoru nereden bulmuştu! Bu kız neden benim hiç karşılaşmak istemediğim insanları ellini koymuş gibi karşıma çıkarıyordu.

“Y-Yardım… Ne kadarda güzel bir kelime. Ama yardımı hak etmek için, insanın önce güvenmesi gerekir değil mi?” Sence ben bundan sonra birine güvenir miyim? Kime güvendiysem iki dakika sonra sırtıma hançer sapladılar! Sende hançer sapladın. Herkes yanındakine bir hançer saplıyordu.

Ben hiç saplamamıştım. Hiçbir kimseye ihanet dahi etmemiştim. Edemezdim de edip ne yapacaktım ki? İnsan yanındakine ihanet eder miydi?

“Güvenmek, çok önemli bir duygudur. Zor kazanılır ama tek bir hatayla da kaybedilir. Ama, bana güvenmemek için de sebebiniz yok.” Doktorun sakin sesiyle dedikleriyle başımı tavana kaldırdım.

“Ama güvenmek içinde sebebim yok.”

Benim keskin sözlerim karşımdaki psikopatı gerebilirdi. Ama ben haklıydım.

“Pekâlâ, güveninizi kazanmak için çok çabalayacağım o zaman.” Demesiyle kıkırdadım. Burada kalıcı olduğumu mu düşünüyordu bu adam. Bu adamın ne yaptığı bile umurumda değildi. Ben ölmek istiyordum.

Acaba gerçekleri söylersem beni de öldürür müydü? Ama ben de olayların detayını bilmiyordum. Yazıktı. Karşımda gerçek bir katil ve o katilin karşısında ise suçsuz yere on beş yıl boyunca hapis yatmış bir genç vardı.

Bu zamanda ben hapse girmemiştim ama o cinayeti çoktan işlemişti.

Ben hep masumdum, ama o her zaman katildi. Ona en çok güvenen kişinin sevdiklerini elinden almıştı. Acımasızdı. Benim gibi bir insan değildi. Ben intikam bile alamıyordum. Oysa içimdeki ateş kaç intikam aldırırdı bunu ben bile bilmiyordum.

Masumdum değil mi?

Hayır, değildim.

Bedenimi kirletmişlerdi.

Masum insan temiz olurdu. Benim gibi kirli bir insan olmazdı. Çok kirliydim.

“Sanırım, bugünlük bu kadar yeter sizin içinde.” Diyen doktorun sözleriyle önümdeki doktora baktım. Ama o arkamdaki saate bakıyordu. Sanırım süremiz dolmuştu. Başka bir hastasıyla görüşme olasılığı daha çok yüksekti.

Başımı sallamaktan başka ne yapabilirdim ki? Sadece başımı salladım ve kabul ettim. Her zaman yaptığım gibi. Babamın dayaklarını kabul eder gibi. Bir teslimiyet içerisinde başımı sallamıştım.

Doktor ayağa kalkarken ben ise onun bir saniye önce boş bıraktığı sandalyeye bakıyordum.

Bu doktor bir katildi.

Beni de öldürür müydü acaba?

Doktor yavaşça dolanıp kapıya doğru yürürken benim aklım ise saniye de üç yüz kilometre hıza çıkan bir motor gibi çalışıyordu.

Öldürürdü beni!

Bunun farkındalığıyla gülümsedim.

Bunu en baştan düşünmem gerekirdi değil mi? Bunca zamandır kendimi öldürmek için harcadığım zamanı bir kiralık katil ya da birini kışkırtabilirdim. Mesela arkadaşının karısını ve oğlunu öldüren bu adam gibi biri beni de öldürürdü.

Gözlerim bir an doktorun bedenini süzdü. Doktor tam kapının metalden yapılma kulpuna dokunacakken sırıttım.

“Güven dediniz…ama arkadaşına bile ihanet etmiş birisine nasıl güveneyim ben?”

Benim alay dolu sözlerimle doktorun bendeni donmuştu. Kendi gözlerimle görmüştüm. Adam kasılmıştı.

O başı öyle bir şekilde yüz seksen dönüp bana yandan bir bakış atmıştı ki ölümü gördüm bir an.

O gözler beni öldüreceğini söylüyordu.

Sonunda başarmıştım sanırım.

Ölecektim.

Kendimi öldürememiştim ama karşımdaki adam beni öldürecekti.

İçimi bir an huzur kaplamıştı ki, istemsizce içten bir şekilde gülümsemiştim ki bunu yanaklarımdaki gerilmeden anlamıştım. Gamzem ortaya çıkmış olmalıydı.

Bunca zaman sonra ilk defa gerçekten huzurla gülümsüyordum.

Belirsizlik insanı tüketirdi ama şu an her şey kesindi.

Ben ölecektim.

Doktor bakışlarını benden çekmezken yavaşça elleri kapının kilidine gitmişti. Kapının kilitlenme sesini duyan kulaklarım sanki en mutlu kuş cıvıltısını duymuş gibiydi.

Üç kez kilitlenmişti kapı.

Benim ölümüme giden üç kilit.

Kilitler oysa birini korumak içindi, bir şeyi saklamak içindi.

Doktor Perez içinde bir şeyi saklamak için kilitlenirken, benim için özgürlüğün kapısını aralamıştı.

Topuklarının üzerinde dönüp bana gövdesini tamamen dönmüştü.

Yüzündeki kasları gerilmişti.

Bu yüzü ben on beş yıl boyunca çok görmüştüm. Kadir Baltacı’nın yüzü de böyleydi. Gözlerinde bir katilin bakışı vardı.

Bir an kendimi o pis kodeste, yerdeki taş mozaik üzerinde yatarken o soğukluğun bütün bedenime işlediğini hissettim. Karşımda ise ayakta ellinde belinden çıkardığı kemeri olan Kadir Baltacı duruyordu.

Yutkunmak istedim ama yutkunamadım.

Yutkunmak bile bana lüks bir şeydi.

Bir anda omuzlarımdan tutulup havaya kaldırılmamla o iğrenç, pis ve rutubetli kodesten, lavanta kokusu sarmış odaya çekilmiştim.

Beni omuzlarımdan tutup kaldıran kişiye gülümsedim.

“Nereden biliyorsun?”

Ah, doktorun sesi öyle sert ve kan doluydu ki kocaman sırıttım. Bunun cevabını veremezdim. Gelecek on beş yıl içinde olacak her şeyi biliyorum diyemezdim ya.

“Yanlış soru soruyorsun doktor.”  

Benim alay kokan sözlerimle doktor bir elini omuzumdan hızla çekip boğazıma yapışmıştı.

Ah, sevgili boğazım seni ne kadar çok sıkmak istediklerini görüyor musun?

“Kimden öğrendin!”

İlk sorusuyla aynı kapıya çıkmıştı beyefendi.

Yine aynı cevabı vermemek için kendimi zor tutuyordum. Hayır, üstünlük bende değildi.

Burada üstün olan kimse yoktu. Kimseler yoktu.

O benden de aşağıdaydı ama şu an konumumuz tam tersiydi.

“Söylemem. Ama senin yaptıklarını Kemal Taş duyacak!”

Bir psikopatı kışkırtmak tehlikeliydi ama ben o tehlikenin getireceği sonucu istiyordum.

Ölmek istiyordum.

O ela gözlerin içini kan bürümüştü. Öfkesi yüzünden o siyah iris kocaman olmuş elalarını yok etmeye başlamıştı.

“Asla!”

Öfkeyle fısıldamıştı.

Bağırmak yerine fısıldamıştı.

Garipti. Ama sakin insanların birini öldürme olasılığı daha çok yüksek diyorlardı. Hadi beni öldür!

“Asla öğrenmeyecek!”

Bunu öyle bir inançla söylemişti ki geleceği bilmesem inanırdım ama biliyordum ve bu sözler havadan başka bir şey değildi.

Bileceklerdi. Kemal Taşta, çocuğu ailesi de boğazımı sıkan bu adamın katil olduğunu bileceklerdi. Ha şimdi ha on sene sonra ama bilinecekti.

Boğazımı daha çok sıkarken gözlerimin yavaşça arkaya doğru gitmeye başlamıştı.

“Ö-Öğ-Öğrenecekler!” Benim son sözlerimle iki eliyle boğazımı öyle bir sıkmıştı ki boğazımda hafif bir çıt sesi duymuştum. Ya da kemiklerimden biriydi? Bilmiyordum.

Ağzımdan ne nefes alabiliyordum ne de burnumdan.

Dudaklarımdan son bir nefesi titrek bir şekilde dışarı verirken gözlerim çoktan kapanmıştı.

Her zaman öleceğim zaman son göreceğim şeyin yalnızlık olacağını düşünmüştüm ama son gördüğüm şey bir çift ela göz olacağını hiç düşünmemiştim.

Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Kalp atışlarımı kulağımda hissediyordum sanki.

Bum… Bum… Bum… Bum…. Bum…

Yavaşça ritmi de düşüyor gibiydi. Bedenim tamamen gevşemişti.

Ölüm, ölümü eski bir dost gibi karşılıyordum.

İnsanın bunca zamandır istediği şeyi bu kadar basit elde edebileceğini bilmesi hem üzüyor hem de mutlu ediyordu.

İçimdeki huzurla gidiyordum bu dünyadan.

Sonum huzurlu bitiyordu.

Kalbimin atışlarının tamamen durduğunu hissettiğim de kendimi o karanlık yere bıraktım.

Kunter Sayer ölmüştü.

Ruhu yıllar önce ölmüş bedeni ise bugün ölmüştü.

Allah rahmet eylesin…

 

19 Saat Önce

 

Hüsrev Baltacı duyduklarıyla yutkunmuştu. Doktorlar yeğenini psikiyatri bölümüne sevk edeceklerdi. Banu Sayer ise seve seve imzalamıştı kağıtları.

Hüsrev Baltacı ilk defa elinin kolunun bağlı olduğunu hissediyordu. Yeğenini koruyamıyordu.

‘Akli dengesi yerinde değil’ demişlerdi ona ama nasıl olsundu ki!

Hüsrev Baltacı, yeğenin başına gelen şeyi içten içe biliyordu. Dokunmuşlardı çocuğa. Erkek, genç adam demeden dokunmuşlardı işte.

Oğlunun öğrendiği şeyi duyduğundan beri kendinde bile değildi. Yeğeninin saç teline dokunan her eli bu dünyada yok edecekti.

“Babasına haber ver Hüsrev.”

Hüsrev Bey’in kulaklarına dolan ince ama acıklı sesle başını koltukta elindeki tesbihle oturan karısına gitmişti. Karısının gözleri de kıpkırmızıydı.

Çocuklarını evde bırakmıştı. En büyük oğlu buradaydı. Kunter’i yalnız bırakmamak için uyuyan bedenin başında dikilmişti.

Hüsrev Bey karısının gözlerinden gözlerini çekip dışarıya baktı. Hastanenin en üst katındaydılar. Dışarıdaki İstanbul manzarasına bakarken gözleri sertleşmişti.

Kunter’in akli dengesi yerinde olmadığı için imza hakları ailesinin eline geçmişti. Sayerlerin elindeydi. Daha yeni öğrendikleri gerçekleri sindirmeye çalışıyorlardı ki, Kunter’in on sekiz yaşında olması da sorun oluşturuyordu. Vasi olarak atanmaları için Kunter’in uyanıp onunla görüşmesi gerekiyordu.

Bu işi adaletle çözmeye çalışırlarsa Kunter’in kaç ay boyunca ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde kalacağını bilmiyordu. Çocuğun dağınık olan psikolojisi düzelir miydi bilmiyordu ama öz babası bu olanları öğrenirse yer yerinde oynardı.

“Sen haber vermeyeceksen ben veririm!”

Karısının sözleriyle, Hüsrev Baltacı hızla arkasını döndü. Karısı elindeki tesbihi sıkıca sıkıyordu. Ama o ağlamaktan kızarmış gözleri inatçı bir şekilde bakıyordu.

Hüsrev Baltacı kumaş pantolonundan telefonunu çıkarırken dişleri gıcırdıyordu.

Yeğeni için o adamı arayacaktı. Sadece yeğeni için o adamdan bir şey isteyecekti. Bu olanları anlattıklarında artık yeğenine bakamayacağını biliyordu. Kunter’i alacaktı. Vasiliyler her zaman onlara ait olan şeyleri yanında tutarlardı.

Telefonun rehberine girerken üsteki arama çubuğuna ‘Rus Manyağı’ yazar yazmaz alan kodu +7 olan numaraya bakıp hiç düşünmeden bastıktan sonra kulağına götürdü telefonu.

Telefon çalıyordu.

Gözleriyle karısına baktığında karısının dudağının titrediğini görünce içi cız etti.

Az çekmemişlerdi.

Telefon ikinci çalışta açılmıştı.

“Kto vy?”

Hüsrev Baltacı duyduğu Rusçayla kaşlarını çatmıştı. O ses hala kibrini koruyordu.

“Benim Vasiliy! Hüsrev Baltacı.” Sesi istemsizce sert çıkmıştı.

Bu adamı affedemiyordu ama hastanedeki çocuğun bu adamın çocuğu olmasına da inanamıyordu.

“Ah! Hüsrev Bey beni arar mıydı ya?” Bir anda akıcı Türkçe konuşan adamın sesindeki alayla Hüsrev Bey telefonu kapatmamak için kendini zor tutuyordu.

Bu işi hemen bitirmeliydi.

“Aramazdım da oğluna deli gömleği giydirecekler diye aradım.” Derken sesi hafifçe titremişti. Bu durum daha sakin bir şekilde anlatılması gerektiğini biliyordu ama telefonun karşısındaki kişiye sakince anlatsa da bu işten kurtulamayacağını biliyordu. Her türlü öfkelenecekti. Yara bandı gibi hızlıca çekecekti bu olayı. Vasiliyle uzun konuşmaya değmeyeceğini biliyordu.  

Karşı tarafta kısa bir an sessizlik oluşmuştu.

“Ne saçmalıyorsun sen? Bunun için mi aradın? Oğullarım yanımda. Ve bu sabah gördüğüm kadarı ile hepsi de iyiydi.”

Hüsrev Baltacı yutkundu. Kendisi de bir babaydı. Bu adamı ne kadar sevmese de bunu yapmak zorundaydı.

“Alex… Alexander senin oğlun değil Vasiliy. Doğumda bilerek oğlunla başkasının oğlunun yerini değiştirmişler. Öz oğlun şu an hastanede yatıyor.”

Sonunda söyleyebilmişti.

Karşı tarafta duyduğu kırılma sesiyle gözlerini sımsıkı kapattı.

“NE DEDİĞİNİN FARKINDA MISIN SEN BALTACI!”

Bağırışla gözlerini açtı.

“Hemen İstanbul’a gel. Geldiğin an gerçeği doğrulayacaksın.”

Hüsrev Baltacı’nın son sözleri olmuştu. Daha fazla telefonu açık tutmadan kapatmıştı.

Karısı ona yanlış yapmış gibi bakıyordu.

“Ne? Babasını ara dedin aradım.” Derken sol gözünden bir yaş yavaşça gözünden intihar etmiş yavaşça yanağından çenesine doğru yol izliyordu.

“Söylemedin Hüsrev. Bombanın pimini çektin, adamın kucağına bıraktın.” Karısı bunları söyledikten sonra yavaşça ayağa kalkıp dinlenme odasından çıkmıştı.

Hüsrev Baltacı’yı kendi başına bırakmıştı.

Hüsrev Baltacı kapıya bakarken dudaklarını ısırdı. Elindeki telefonu öyle bir sıkıyordu ki kırmak istiyordu. Her şeyi paramparça etmek istiyordu.

Bir olay bin tokat etkisi yaratmıştı. Ya kızı o gün o partiye gitmeseydi öğrenebilecekler miydi böyle bir gerçeği? Hayır. İlgilenmeyecekti bile. Ve Kunter bir yerde intihar edip ölecekti.

Ölecekti.

Kendini öldürecekti.

Onu kendini öldürmekten durdurabilecek bir insan varsa o da Vasiliylerden başkası değildi.

Onlar takıntılı bir şekilde ailelerini korurlardı. Kendilerinden bile korurlardı. Hiç değilse Eduard Vasiliy ve üvey yeğenleri sayılan koca adamların öyle olduğunu biliyordu. Birbirlerinin ayaklarına taş değmesin diye yolu pamuklarla döşeyebilecek insanlardı onlar.

Kunter’in ölüm istediğine ancak bu şekilde mâni olabilirdi.

Hüsrev Baltacı çocuğun başına sosyopat takıntılı bir aile sardığını biliyordu ama en baştan beri o aile Kunter’in ailesiydi.

Kunter sadece çok geç bir şekilde ailesine kavuşacaktı.

Hüsrev Baltacı çok iyi biliyordu ki, çocuğun psikolojisi böyle olmasaydı asla ailesine vermezdi. Baba olarak onu bilirdi ama bu durumda nereden toparlayacağını bile bilmiyordu.

Fitil ateşlenmişti, İstanbul bu saniyeden sonra yanmaya mahkumdu.

Kunter Sayer’e… Hayır, Kunter Vasiliy’e dokunan herkesin infazını telefonunu kapattığı an verildiğini biliyordu.

Hüsrev Baltacı içine derin bir nefes çekerken fısıldamadan duramamıştı.

“Ya rabbim sonumuzu hayır eyle!” 



----Bu Bölümde Bitti!---- 

Yorum yapmayı unutmayın canlar!


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AHPO - 51. BÖLÜM: 2. Sezon - 2. Bölüm:

Hayırsız Evlat - 15. BÖLÜM: Tavşan Deliği!