Hayırsız Evlat - 15. BÖLÜM: Tavşan Deliği!

 İyi Okumalar!


"Günlüğe başlayarak kendisine intihar güdülerinden koruyabileceğine ummuştu."

1984 - George Orwell


"Özür dilerim." Sesimde güç bile yoktu.

Yerdeki karıncalara basmamaya çalışıyordum ama birkaç tanesini ya ayağımla ya da kanımla öldürmüş olabilirdim. Onlar benden daha mutlulardı. Onların yaşamaya hakkı vardı. Benim gibi hayırsız evladın değil. Ama tek bir adımım onlarcasını bu dünyadan koparabilirdi.

Zaten böyle değil miydi?

İnsanoğlunun her adımı, dilinden çıkan bir sözü, bir hareketi onlarca canlının bu evrenden koparabilirdi. Acımasız ama gerçek bir güçtü.

Gözlerimi karıncalardan alıp etrafıma baktım bir an. Neredeydim ben? Bir sokaktaydım ama etraftaki insanlar pek tekin gözükmüyordu.

Tekin olmayan bir sokaktaydım.

Ölümümü bugün alabilirdim. Her zaman tekin olmayan insanların birilerini bir şeyler için öldürdüğünü duymamış mıydım? Poyraz abi hep bu tarz yerlerden uzak olmam konusunda beni uyarmamış mıydı? Uyarmıştı. Buralarda insanın başına ne geleceğini bilemezdiniz ama benim gibi belasını arayan birisi için bir cenneti burası.

Tutunduğum taşlı duvardan güç almaya çalışırken kollarımdaki his kaybı kendi fazlasıyla belli ediyordu. Ama kararlıydım. Kendimi öldüremiyorsam sokaktan geçen birinin beni öldürmesine ihtiyacım vardı.

Öldürebilirlerdi beni. Öldürmeleri gerekirdi.

Gözlerimle etrafımdaki insanlara daha dikkatli baktım. Duvarındaki sıvaları dökülmüş evinin altında üç adam vardı, daha doğrusu genç adamlardı ama üzerlerindeki yırtık pırtık giysiler, ellerindeki parmaklıklarının uçları yırtılmış eldivenle bu havada öylece ellerindeki içkileri içiyorlardı.

Yüzleri hafif kirliydi sanırım ya da kan kaybı yüzünden doğru göremiyordum. Yavaş adımlarla oraya doğru yürüyebilmek için şu ana kadar destek aldığım duvardan yavaşça ayırdım ellimi. Kolum bir anda boşluğa düşmüştü. Sanki sol kolumda farkındaydı her şeyinde, bir anda kendini salmıştı omuzumdan kendini.

"S-Selam!"

Bağırmak istemiştim genç adamlara, ama sesim bile zor çıkmıştı. Ama karşımdaki adamlardan biri beni görmüş gibiydi ki, yanındaki adama koluyla vurup beni göstermişti.

İki adamda bana baktıklarında nedense yüzleri değişmişti. Bütün bedenimi süzüyorlardı ya da kan kaybından halüsinasyon görüyor olmalıydım.

Üç genç adamda birbirlerine bir şeyler söylerken bana doğru yürümeye başladıklarında gözlerim karardı.

Sanırım isteyemeyecektim. Bu genç adamlardan beni öldürmelerini isteyemeyecek olmak o kadar canımı yakmıştı ki, yana doğru devrilmeden önce gözlerimden yaşlar hızla akmaya başlamıştı.

Başım yerdeki, yer yer çatlamış eski asfalta düşerken kulağımda bir yankı oluşturmuştu. Can sıkıcı bir yankıydı bu. Gözlerimi tamamen karanlığa bırakmadan önce o üç genç adamın başımda bir şeyler söylediklerini duyabiliyor gibiydim ama kulağımdaki o çınlamayla o insanların sesi de gitmişti.

Ölmüyordum.

Hayır.

Kan kaybından bilincimi kaybediyordum zaten.

Poyraz abiyi dinlemeliydim. Oradan hiç ayrılmamalıydım. Ölmeyeceksem insanların başına da bela olmamam gerekirdi. Ama ben bela olmuştum.

Bedenimi birinin kaldırmaya çalıştığını hissederken, vücudumun da ne kadar üşümüş olduğunu o an anladım. Oysa yazın hava sıcak olmalıydı. Kan kaybından üşümüştüm.

Son kez gözlerimi açmaya çalıştığımda tepemdeki gençlere gülümsemeden edemedim. Bu insanların başına dert olmuştum. Bilincimi tamamen kapatmadan önce bu üç gençten özür dilemeden duramadım.

"Ö-Öz-Özür dilerim."


Kunter'in neden özür dilediğini bilmeyen genç çocuklar panik olmuşlardı... Oysa, Kunter bunu alışkanlık haline getirmişti. Kendi varlığının bir yük olduğunu önceki hayatında öğrenmişti...

----Yeni Bölüm----



Bayılmıştım. Kan kaybından bayılmıştım. Gözlerimi açtığımda ise asla beklemediğim bir yerdeydim.

Kocaman bir ormanlıktı bulunduğum yer. Etrafta fazlasıyla mavi ladinlerden vardı. Yerde ise beyaz bir çarşafı örtmüşsünüz gibi olan bir kar.

Karı en son on beş sene önce görmüştüm. Hapiste dışarıya çıkmadığım için karı hiç bu kadar yakından doğru düzgün görememiştim. Bu kar İstanbul'daki kışa benzemiyordu. Ladinlerin üstünde bile karlar vardı.

Başımı havaya kaldırdığımda nefesimi tutum.

Yine bir rüya ya da adı her neyse onu görüyor olmalıydım. O eskimiş kaldırımdan dağların arasına girmiştim bir an.

Dağlar sayesinde Türkiye'de olmadığımı anlamıştım. Bu dağlar Türkiye'nin bir yerinde yoktu. Bunlar çok sivri ve üzerlerinde sanki hiçbir zaman kalkmayacağı belli olan karlar vardı. Bembeyaz örtülerle kaplanmıştı hepsi.

Rüyaya girmiştim yine. Tek umabileceğim şeyin bu rüyanın da gerçekleşmemesiydi. Ama bu rüyada neden başka birisi yoktu ki?

Ben neredeydim?

Ya da ben neden hiçbir zaman bulunmadığım bir yerdeydim? Burasının Türkiye olmadığına emindim ama neresi olduğunu bile bilmiyordum. Ama üşümüyor oluşum şu an beni mutlu edebilirdi.

Etrafımda öylece boş boş dolanırken duyduğum silah sesiyle irkilmeden edemedim.

Silah sesi de nereden gelmişti?

Yine rüyadaydım. O yüzden bu silahı sıkan kişinin beni öldürme ihtimali bile yoktu. Yavaşça silah sesinin geldiği yere doğru yürürken üç defa daha sıkılmıştı.

Garipti. Peş peşe ama belli bir aralıkla sıkılmış gibiydi.

"Ya vsekh vas ubit!" 

Rusça mıydı o? Sanırım Rusçaydı. Ama ben bilmiyordum ki bu dili. İnsan rüyasında ya da her neyse gördüğü bir şeyde bilmediği bir şey görür müydü?

Yavaşça koşuna adamın yanına doğru yürürken gördüğüm şeyle donmuştum. Beyaz karları lekeleyen kırmızı renk o kadar şiirsel duruyordu ki insanın nefesini kesiyordu.

Gözlerimle yerdeki kanların sahibi arar gibi etrafıma baktığımda, yerde yan bir şekilde yatmış dizleri kırılmış bir adam cesedi duruyordu. Adam sarışındı. Alının ortasında kurşunun giriş ya da çıkış izi vardı ama kafasının arkasındaki kanın çok olduğundan kurşunun kafatasını delip geçtiğine emindim. Kafasının arkası dağılmış gibiydi.

Midem çoktan bulanmıştı. Bir insanın kafası nasıl böyle dağılabilirdi?

Gözlerimi sarışın ölü adamdan çekerken yan taraftaki diğer cesede baktığımda bir adım geriledim.

"Baba..."

Babam, Serkan Sayer'di. Yer yer beyazlaşmış saçlarını boyayan kan, alnın ortasındaki koca delik, dudağının kenarındaki patlak, o büyük kemerli burnundaki yamukluklara rağmen babamdı.

Neden bunu görüyordum ben Allah rızası için!

Bakışlarımı yanında yatan orta yaşlı adama çevirdiğimde dudaklarımdan çığlık kopmuştu bile. Bora'ydı.

Gözlerimi onlardan alamazken yine yabancı konuşmalar kulaklarımı doldurmuştu. Babamla abimi kim öldürdüyse bir yabancıydı. Rus ya da Slav kökenli olduğuna emindim. Konuşmaları hızlı ve Latin alfabesinden fazlasıyla uzaktı. Ses fonetiği benziyordu ama o kadardı o garip aksan kuzeyden bir olduğunu belli ediyordu.

Gözlerimi korkarak babam ve abimden çekerken yerde ilk önce siyah sivri kunduralar gördüm. Bu kış zamanında, böyle bir karda insanın giymeyeceği türden bir ayakkabıydı. Deri olduğu her yerden belliydi. Yanında da aynı çeşit ayakkabı giyen dört kişi daha vardı ama önde duran kişinin bacaklarındaki gri pantolon diğerlerinin siyah pantolonlarından farklıydı. Gözlerim pantolondan yavaşça yukarı doğru çıkarken, dizlerinin bir santim üstünde siyah kaşe paltoya kaşlarımı çattım. Bu paltolar en son Kurtlar Vadisinde yok muydu? Rüyam ya da adı her neyse gerçekten de fazla hayal dünyasındaydı sanki...

Bakışlarımı içi kürklü olduğunu bildiğim kaşe paltodan yukarı doğru çıkardığımda, âdem elması büyük ve boynu uzun olduğunu bildiğim bir adam karşıladı beni. Çenesi sivriydi, dudakları şekilliydi, burnu da düzgündü. Elmacık kemikleri çok yüksekti ki bu da yüzünü çok sivri gösteriyordu. Emindim ki güldüğünde yanaklarındaki boşluklardan birinde gamze vardı 'aynı eskiden bende olduğu gibi' bu düşünceyle donmuştum.

Adamın gözlerine baktığımda ise üç adım gerilemiştim.

Bu gözler. Bu gözler benim gözlerimdi.

O gözlerde ki insanın içine işleyen soğukluk, sanki ruhunun derinliklerini görebilir gibi bakış her gün aynaya baktığımda gördüğüm bakışla aynıydı. O gözler benimdi. Sadece bende var olduğuna inandığım şeytanın gözleriydi. Yerde ölü bedenin on sekiz yıl boyunca zihnime işlediği sözlere inanmıştım.

Ben bu gözler yüzünden ne kadar çok dayak yemiştim. Bir göz için. Bir göz yüzünden ailede sevilmemiştim. Ah, doğruya onlar benim hiçbir zaman ailem değildi ki!

Benim ailem yoktu!

Varsa bile yoktu işte.

Bu, bu kadar basitken neden bunları düşünüyordum.

O gözler bir anda benim bulunduğum yere döndüğünde yutkundum. Sanki benim gözlerimin içine bakıyor gibiydi. Sanki beni görüyor gibiydi. Bu adamda kimdi. Siyah saçlarının kenarlarındaki beyazlıklar onun ellilerine dayanmış olabileceğini söylüyordu ama bu adamın bana bu kadar benzemesi yutkunmama sebep oluyordu. Hele de beni görüyormuş gibi bana bakması bütün bedenimi kaskatı etmişti.

O gözler bir anda dolmuştu.

Yutkunmadan edemedim. Oysa o gözlerdeki intikam ateşini çok rahat bir şekilde görüyordum. Sanki her şeyi yakabilecek kadar intikamla doluydu.

Bir anda o hafif pembe dudakları hareket etmişti.

Kulaklarıma dolan sesin ne demek istediğini bile anlamamıştım ama o acıyla bağırış benim bütün tüylerimi diken diken etmeye yeterde artardı.

"Moy sınók!"

Bir anda derin bir nefes almamla önümdeki kar gitmiş yerine hastanenin o parıl parıl olan floresan ışık almıştı.

Gözlerim acıyordu. Burnuma dolan o çamaşır suyuyla birlikte garip olan o koku geliyordu.

Gözlerimi kapatıp açtığımda kulağımda yankılanan adamın sesi yerine kalp monitörünün sesi gelmeye başlamıştı.

Ah, doğru ya ben bayılmıştım. Kan kaybından bayılmıştım.

Gözlerim ışığa alıştığında yavaşça bedenime baktım. Üzerimde hastane önlüklerinden vardı. O benekli mavi elbiselerden. Ama altımdaki çamaşır yerindeydi hiç değilse. Kollarıma baktığımda yeni sargılarıyla mutlu mesut bir şekilde iki yanımda duruyorlardı. Elimin üstünden serumu bağlamışlardı.

Bedenimden gözlerimi çekince koca odaya baktım ki, bu beni epey şaşırttı. Odanın duvarları altın varakla döşenmişti. Bir duvarı tamamen camdı ki, eminim İstanbul'un en güzide semtlerinden ya da direk boğaz manzaralıydı. Odada üç kapı vardı. Birinin banyoya açıldığına emindim. Diğeri ise dış kapı olmalıydı ama öteki kapının ne olduğunu bilmiyordum. Görünürde pek dolap yoktu. Sadece duvarın önünde bar masası vardı ki, küçük bir mutfak tezgâhı gibiydi. Üzerinde bardaklar termos falan vardı. Altında ise iki tane mini buzdolabı.

Babam paraya mı kıydı yoksa ablam mı beni buraya getirmişti?

Serkan Sayer, benimle birlikte öğrenmişti asla paraya kıymazdı. Açıkçası yakama yapışıp bunca zaman bana harcadığı paraları istemezse şaşırırdım. O böyle bir herifti.

Odada kimse yoktu ha...

İç çekerken yavaşça kollarımı oynatma çalıştığımda oynamadıklarını görmemle donmuştum.

"Yok?"

Aklıma gelen şey başıma gelmiş olmazdı değil mi? Sakat kalamazdım yani. Ben ölmek istiyordum sakat kalmak değil!

Kollarımı yeniden oynatmaya çalıştığımda yine oynamamışlardı. His, his yoktu!

Panikle bacaklarımı kendime doğru çekerken doğrulmaya çalıştım. Kollarım bana lazımlardı. Kollarım olmadan olamazdım ki! Sadece kan kaybıydı! Kollarımda bir sorun olmaması gerekiyordu!

Kollarım neden hareket etmiyordu?

"Hey!"

Biri bakmalıydı! Hastanedeydim.

Ben bağırırken sonunda kapı açılmıştı. Bir kadın ki, bu kadını tanıyordum. Banu ablamın arkadaşıydı. Neden o buradaydı.

"Kunter, uyanmışsın." Derken içeri girmişti.

Üzerinde siyah kalem etek ve açık mavi bir gömlek vardı. Saçlarını tepeden topuz yapmıştı. Adı neydi? Sahi ablamın arkadaşının adı neydi? Ben bu kadını hapishanemde bir kere görmüştüm. Ablam onun avukatım yapmak istemişti ama o kadar paranoyak olmuştum ki o zamanlar. Baltacıların her tutuğumuz avukatı ortadan kaldırdıklarını duyduktan sonra bu kadına da aynısını olacağını söyleyerek bağırarak itiraz etmiştim. İstemiyordum. Batmıştım o sıralar. O zamanlar çukura batmıştım ve birinin daha beni kurtaracağına dair bir umut beselemek istemiyordum.

"Hatırlamıyorsun ha! Ben Begüm, Begüm Yurdakul. Tanışmıştık aslında ama sen ismimi unutun sanırım." Derken içeri tamamen gelmiş yanıma doğru odada görmediğim ya da dikkat etmediğim bir yerden sandalye çekmiş yanıma koymuştu.

Sandalyeye otururken bu kadının neden burada olduğunu sorgulamadan duramadım.

"Kollarımı hareket ettiremiyorum." Kısık ve boğuk sesimle dediklerimden sonra Begüm Hanım eğilip yan tarafımdaki sehpanın üzerindeki pet şişlerden birinin kapağını açıp hafifçe ayağa kalkarak dudaklarıma yerleştirmişti.

Boğazım kuruydu. Su şişesindeki suyu içerken bana tatlı bir şekilde bakıyordu.

"Uyuşturuldukları için hareket ettiremiyorsun. Dikkat edersen karıncalanma hissedebileceğini söyledi doktor." Begüm Hanım'ın dedikleriyle kaşlarımı çatarken kollarımı hissetmeye çalıştığımda gerçekten de sanki üzerlerine uzun bir süre yatmışımda sonra rahat bırakmışım gibi bir karıncalanma vardı ama az hissediyordum.

"Yani sak..." Sözümü kesmişti hemen Begüm Hanım.

"Sakat kalmadın Kunter. Korkma." Derken sesinde acıma yerine büyük bir anlayış vardı.

Ablamda dahi olmayan bir anlayış. Garip hissettirmişti beni bu durum.

"Neden buradasınız?" aslında bu sorumun altında neden ablam yokken siz varsınız manası vardı.

Begüm Hanımda çok iyi anlamış gibiydi.

"Sizli bizli konuşmayalım ilk önce. Danışanlarımdan birisi değilsin. Ablan olarak gör beni." Dedikten sonra elli alnıma düşen saçlara gitmişti ki alışkanlıktan kendimi hemen geriye çekince gözlerine hüzün çökmüştü. Sanki ne yaşadığımı tam olarak biliyormuş gibi üzülmüştü. Normalde bu durum beni sinirlendirirdi. Benim yaşadıklarımı hiçbir insan anlayamazdı. Ama o sanki benim içimde kopan karmaşanın farkındaymış gibi konuyu değiştirmek için konuşmaya devam etti.

"Yıllar bir arkadaşım vardı. Kardeşim olarak gördüğüm birisi biliyor musun? O da senin gibi böyle hastane yatağında yatıyordu. Komadaydı." Sona doğru sesi titremişti. Sanki bu anıları dile getirmek ona acı veriyor gibiydi. "Uyanmadı. Ben de uyansın diye, çalışan kalbine elektro şok cihazını tutum." Demesiyle gözlerim büyümüştü. Çalışan bir kalbe mi yapmıştı bunu? Arkadaşını öldürmek mi istiyordu.

"Eşimde yani şimdiki eşim ama o zamanlar arkadaşım olan Enes'te tam olarak böyle baktı bana! Ama ne oldu biliyor musun? Uykucu prens sonunda uyandı." Derken kıkırdamıştı.

"Nasıl paçayı kurtardın bu işten?" Meraklanmadan edememiştim. Anlaşılan benim o köhne sokakta ne iş yaptığım konuşulmayacaktı. O olayın hiç var olmamış gibi konuşulmaması benim de işime gelirdi. Duygu boşalması yaşamıştım. Kendimi öldüreceksem bunu tek başıma yapmalıydım. Beni kurtaracak birisinin bulunmadığı ve kurtarılma şansımın hiç olmayacağı bir şekilde yapmalıydım.

"Hastane zaten onlarındı. Yani komada olan arkadaşımın babasınındı. Biraz kızdılar ama iş sonunda tatlıya bağlandı." Derken kocaman gülümsemişti ama o gözlerdeki acıyı görebiliyordum. O arkadaşına bir şey olmuştu belliydi. Çok kötü bir şey olmuştu. Ya ölmüştü ya da daha beter bir şey olmuştu ki bu zamanları gülümserken aynı zamanda içi kan ağlayarak anlatıyordu.

"Bunu bana neden anlattın?" diye sormadan edemedim.

Çok özel bir hikaye gibiydi bu hikaye. Her önüne gelene anlatılabilecek bir hikaye değildi.

Begüm Hanım başını bir an tavana kaldırdıktan sonra yeninden bana çevirmişti. Gözleri hafif doluydu ama yüzündeki gülümsemeyi koruyordu.

"Ona benziyorsun. Bu garip biliyor musun? Seninle ilk tanıştığımda yanlış anlama ama hovarda bir genç olduğunu düşündüm. Hiçbir şeyi takmayan. Öylece günü yaşayan bir insan. Arkadaşıma benziyordun ama onunla bir alakanda yok gibiydi. Ama şimdi gözlerindeki bakış bile aynı. Tek fark göz renginiz. Sakın seni onun yerine koyduğumu düşünme. Sadece seni kardeşim yerine koydum sanırım."

Bu sözlerle kaşlarımı çatmadan edememiştim. Ablam anlatmıştı. Her şeyi anlatmıştı bu kadına. Bu kadının bana acımadığı kesindi. Sempati duyuyordu bana karşı. Ve bu benim çok canımı yaktı.

"Sempatinize ihtiyacım yok. Emin olun arkadaşınızla benim yaşadıklarımın hiçbir benzerliği yok! O yüzden onu kurtaramadığınız için beni kurtarmaya çalışmayın! Bu sadece vicdanınızı rahatlatmak!"

Çıkışmıştım. Ama gerçekten de yanımda bana sempati duyan ve geçmişte yapamadığı şeyi şu an yapmaya çalışan birisine ihtiyacım yoktu.

"Kunter, bu vicdan rahatlatma değil. Pişman mıyım? Evet. Ama o zamanlar elimden hiçbir şey gelmezdi. Ama senin yanında durup elimi uzatabilirim. Ve bir konu da yanılıyorsun. Arkadaşımda neredeyse seninle aynı kaderi yaşadı. Öz ailesi sandığı kişiler ailesi değildi. Ve öz ailesi onu öldürmeye çalıştı. Senin de durumun nerdeyse aynı. Tabi senin öz ailen seni korumaya çalışıyor burada farklılık var." Demesiyle anlamayarak baktım.

"Kim kurtarmaya çalışıyormuş?"

Bu sorumla birlikte Begüm Hanım kaşlarını çatarken.

"Baltacıların senin öz ailen olduğunu bilmediğini mi söylüyorsun bana? Begüm bunu söylemedi bana." Sona doğru sesi kısılmıştı ama ben duyacağımı duymuştum.

Donmak.

Belki donabilirdim bu duyduklarımdan sonra.

Ama hayır donmamıştım.

Gür bir kahkaha atmaya başlamıştım. Komikti bu.

Bu da bir rüyaydı!

Rüya evet!

Tavşan deliği yerine açık olan rögar kapağından içeri düşmüştüm ama bu da bir çeşit rüyaydı.

"HAHAAHAHAHAHAAHAHAHAHA!"


-


Kunter'in kahkahalarıyla, Begüm yutkunmuştu.

Kunter'in Serkan Sayer'den kurtulduğu için mutlu olabileceğini düşünmüştü. Baltacıların Kunter'i korumaya çalıştıklarını Banu'dan çok iyi bir şekilde öğrenmişti.

Ama Kunter'in tepkisi sanki sonunda Jokerin o her şeyi yaktığı sahnesindeki gülüşle aynı gibiydi. Her şeyin ne kadar basit ve üzücü olduğunu anlayan bir insanın kahkahasıydı sanki.

Begüm hukuk okumuştu psikoloji değil. Ama bu gerçeği söylediği için bir an pişmanlık duydu. Kunter'e Serhat'ı anlatırsa az da olsa bu dünyada bunları yaşayan tek kişinin kendisi olmadığını anlamasını istemişti. Tabi hala ortada kanıtlanmamış bir tecavüz olayı da vardı ki, Baltacılar Kunter'in böyle bir şey yaşadığından eminlerdi ama Poyraz inkâr ediyordu. Kunter'i her yere götüren ve takip eden oydu. Arkadaşlarından tutun nerede ne zaman kaç saat kaldığını en iyi Poyraz biliyordu. Kunter'in böyle bir şeyi yaşaması Poyraz'a göre imkansızdı.

Kunter sonunda gülmesini durdurduğunda, Begüm dik bir şekilde otururken, Kunter konuşmaya başladı.

"Kusura bakama. Ama bu rüya bildiğin Stephen King romanlarına döndü. İnsan gülmeden edemiyor. Ah! Rüyamın içinde rüya gördüğümü söyleyebiliyor muydum? Lucid rüya mı deniyordu buna?"

Kunter'in şüpheli sesle söyledikleriyle, Begüm yavaşça ayağa kalkarken.

"Bunu bilmediğini gerçekten bilmiyordum Kunter. Belki bu gerçekle mutlu olursun sanmıştım. Serkan Sayer'den kurtulduğun iç..." Kunter sanki bir şeyleri kafasında oturtmuş gibi bakarken Begüm'ün sözünü kesmişti.

"Sana bir şey söyleyeyim. Baltacıların ailem çıkması yerine Serkan Sayer'in dayaklarına razı olurum. İsterse ben ölene kadar dövsün gıkım çıkmaz. Ama Baltacılar! Onların yüzünü şeytan görsün! Cennete olsalar bile bile Cehenneme giderim!"

Bu sözler, sanki Allah'a söyler gibi söylemişti. Öyle bir şey olacağına öldürürüm diyordu kendini Kunter.

Begüm, kendisine yabancı olduğu halde yakın hissettiği çocuğun sözleriyle boğazına yumru oturmuştu.

"N-Neden?"

Kunter, bu soruyla birlikte karşısındaki kadının ne kadar cahil olduğunu düşünür gibi gülümseyip başını cama doğru çevirmişti.

"Olmaz da öyle şey ondan. Yezit bile düşmanına bunu yapmaz. Böyle bir şey olmaz. Anladın mı beni? Hani arkadaşına benzetiyordun ya, sonunda ne oldu ona?" diye sormasıyla, Begüm bir adım gerilemişti.

Serhat Taş. On sekiz yaşında pırıl pırıl olan arkadaşı, canından çok sevdiği babasının yalanlarının kurbanı olmuştu. Öylece intihar etmişti. Kunter gibi bunu bağırarak bile söylememişti. Bir anda yara bandı söker gibi yapmıştı bunu.

Begüm ilk defa kafasına intiharı koymuş birisini görüyordu. Hayır, bu gençlerin düşündüğü şekilde intihar etmek değildi. Kunter, gerçekten de yaşamak istemiyordu. Bitirecekti kendini. Serhat gibi bir anda yapacaktı bunu. Bir kez yapmıştı ikinciye onu durduracak güç neydi? Aile meselesi mi? Öz ailesini istemiyordu.

Begüm başını iki yana salladı.

"Daha on sekiz yaşındasın Kunter. Genceciksin. Okuyacaksın, aşık olacaksın, hatalar yapacaksın. Bu kadar hemen karaları bağlama! Tamam yaşadıkların çok korkunç şeyler. Tamam Baltacıları istemiyorsan on sekiz yaşındasın. Onların yanına gitmene gerek yok. Hayatını yaşayabilirsin. Yardım ederim sana ama böyle konuşma! Ve bana öyle bakma! Her an kafana sık..."

Begüm'ün konuşmasını yine kesmişti Kunter.

"Demek kafasına sıktı. Acısız bir yöntem. Bir anda mı düşündü? Bir anda düşünmüş olmalı. Silah intihar etmek isteyenler için kısa çözümdür. Hele ki bir anda düşünmeden yapılan intiharlarda çok olur. Benim de ilk kendimi öldürmek istediğimde aklıma silah gelmişti. Ama bulamadım. Bulamazdım zaten..." dedikten sonra susmuştu.

Begüm dehşetle Kunter'e bakarken Kunter'in dolmuş gözleri kucağındaydı. Kunter, hapishanedeki intihar edişlerini hatırlamadan duramamıştı. İlk intiharı aynayı kırarak yapmıştı ama o zamanlar sadece bilekleri keserse öleceğini düşünüyordu. Bilek kesmenin nasıl olduğunu bilmiyordu. Filmlerde dizilerde gördüğü gibi kesmişti ki bu da onu öldürmemişti. İşe yaramaz bir kesik olmuştu. Aynasını kırdığıyla ve hapishanedeki diğer mahkumların alaylarıyla baş başa kalmıştı.

"Kimseyi istemiyorum... Git." Kunter bunu sonunda diyebilmişti.

Begüm'ün elleri yumruk olmuştu. Arkasını dönüp odadan çıkmak için kapıya elli gittiğinde kaşlarını çatmıştı.

"Gerçekten de, intiharı düşünen insanların aklına ilk silah mı geliyor?" diye sormadan duramamıştı.

Kunter bu anlamsız soruya tebessüm ederken.

"Ne kadar acı çektiğine ve geri de kalacaklardan ne kadar intikam istediğine bağlı."

Kunter'in son sözleriyle Begüm'ün gözleri dalgalanmıştı. Begüm odadan çıkarken kanı donmuştu.

Arkadaşının ölümü normal bir intihar olarak geçmişti. O otel odasında neler olduğunu kimse bilmiyordu. Polislerin ve dedektiflerin dediklerine göre kesinlikle intihardı. Kemal amcasının dediklerine göre de intihardı ama Serhat'ın kimden intikam almak istediğini bilmiyordu. O sadece kendini öldürmüştü değil mi? Kunter'in de yapmaya çalıştığı buydu.

İçerde yatan gencin onun canını yakmak için böyle konuştuğunu düşünerek hızla koridordan ayrılırken doktorların yanına doğru gitmeye başladı.

Kunter'in ikinci bir intihara kalkışacağı kesindi.

Dikkatli olmaları gerekiyordu. Ve Banu'ya ağzından kaçırdığı gerçeği de söylemeliydi.


*                      *


Karşımda oturan sarışın genç kadına bakarken alayla bakmadan duramıyordum. Banu Sayer, yıllardır ablam bildiğim insan. Benden sakladığı büyük sır benim hayatımdı.

İki defa gördüğüm şeylerin artık rüyadan daha farklı bir şey olduğunu biliyordum ama kanıtlayamıyordum. Delirecektim. Karşımdaki kadının boğazına yapışıp 'hayatımı yaktınız!' diye bağırmak geliyordu ama elimde ne bir kanıt ne de gerçek vardı.

Bir de bana on beş yıl boyunca işkence eden insanların öz ailem çıkması vardı ki kanım donmuştu.

İnsan, kendisinden, varlığından, yaşamından utanır mıydı? Utanıyordum!

"Kunter..." Ablamın sesindeki acizlik ne hoşuma gidiyordu ne de iğreniyordum.

Öylece bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Dalga geçiyorlardı benle.

Ben bu yüzden mi en baştan başlamıştım?

Baltacıların kızlarını kurtarmıştım işte neden bana yapışmışlardı. Kaderimde olamazlardı.

"İstemiyorum!" Nereden bulduğumu bilmediğim sesimle konuşmamla, ablam iç çekmişti.

"Dışarıda bekliyor..."

"Bana ne!"

Bunu öyle bir bağırarak söylemiştim ki, ablam irkilmişti. Bir anda irkilmesini izlerken saçma bir şekilde zevk almıştım.

Ailemin kim olduğunu biliyordu en baştan ama söylememişti! On beş yıl! Koca on beş yıl boyunca ailemi, kimliğimi, kimden geldiğimi bilmeden yaşamıştım. Hepsini saklamıştı. Güya dışarı çıkınca söyleyecekti ha? Hadi şimdi söylesin! Söylesin! Dışarıdayım! İçeride de değilim! Sapa sağlam karşısında gözlerinin içine bakarken niye bana gerçeği söylemiyordu! Çünkü, o böyleydi.

Dışarı çıksam bile söylemeyecekti.

Ah, Banu Sayer seni öldüreceğim!

Sen babandan bile kötü bir insansın! Sen insan bile değilsin! Sen benim başımı okşarken hançeri sırtıma saplayan bir kadınsın!

Bora'dan bile kötüsün sen! Sen benim baş düşmanımsın kadın!

"Onlar akrabaların, Kunter. Biliyorum bu çok zor bir şey ama bu durumu sakin bir şekilde halletmeliyiz." Ablamın sesinde hesapçı tonla gülümsedim.

Bir iş vardı bu işte. Korkuyordu, Baltacıların onları öldüreceğini düşünüyor olmalıydı. Haklıydı, bende on beş yıl boyunca korkmuştum ama öldüreceklerinden değil Sisifos gibi sonsuz bir acıya kapılacağımdan korkmuştum.

Sevgimin sonunun ihanetisin sen abla. Yine beni çelik yelek olarak kullanmana izin vermeyeceğim. Çocukken sevgiye açtım. İkinizin de hatalarının cezasını ben çektim. Hata, ailemden alamadığım sevgiyi arkadaşlarımdan almaya çalışarak ihanete uğradım. Onun cezası da bana pahalıya mal oldu.

"Korkma."

Bunu öyle bir söylemiştim ki, kendimden emindim. Sizi Baltacıların eline bırakmayacaktım. Sayer'leri ben silecektim. Bu üç gün boyunca bunu anlamıştım. Ölemiyorsam bana acı veren şeylerden kurtulurdum.

Ablam anlamayarak bana bakarken ben gözlerimi, bebek mavilerinden çekip kucağımda elimin üstünde takılı olan katetere bakmadan duramadım. Başındaki plastik sarı kapaklıydı. Üçlü yol takmışlardı. İlaçları aynı damardan veriyorlardı.

"Yani görüşeceksin." Ablamın sesi umutlu ve mutluydu.

Evet, görüşeceğim ama burada değil. Onlarla öyle bir görüşecektim ki bir daha beni göremeyeceklerdi bile. Seni öldürdükten ve o babanla abini ortadan kaldırdığımda görüşecektim ama sonra kafama sıkacaktım.

Öldürecektim kendimi.

Öyle bir öldürecektim ki, bu insanlarla bir daha yan yana olmadığımdan emin olacaktım.

"Burada olmaz. Biraz kafamı dinlememe izin ver." Derken sesimde bıkkınlık vardı. Bıkmıştım da bu durumdan.

Üç gündür başımın etini yiyordu.

Hemen ayağa kalkmıştı.

"Tabi! Ben gideyim de söyleyeyim! Zaten bu hafta sonu buradan çıkacağız. O Zamana kadar dinlenirsin sende!" dedikten sonra eğilip yanağımdan öpmesiyle gülmekle ağlamak arasında gittim.

Banu Sayer, senin gerçek yüzünü neden daha önce göremedim acaba?

Hayır, görmüştüm. Ama her zamanki gibi görmemiş gibi yapıp kendi hayal dünyamdaki Banu Sayer'i onun yerine koymuştum. Sorun buydu. Bir abla kardeşi onu kovdu diye gelmekten vazgeçer miydi? Geçmişti. Suçsuz olduğunu bildiği kardeşini orada on beş yıl boyunca tıkıllı kalmasına neden olmuştu.

Ama zaten onun kardeşi bile değildim. O zamanda biliyordu, şimdi de.

Ablam odadan çıkarken, kapının arkasındaki ufaklık kaşlarını çatmış beni izliyordu.

"İnsanları öldürmek kötü bir şeydir."

Ah, etik ve ahlak kuralara bağlı Kunter. Ne yaşadığımızı biliyordu ama o sıkı sıkıya bağlı olduğu ahlak kuralarını bana söylüyordu.

"Bize yapılanlarda kötü bir şeydi. Ben sadece bana yapılan şeyin karşılığını veriyorum." Sesim kısık çıkmıştı ama nettim. Hiç değilse Banu ablamı öldürecektim. Her zaman yanımda olduğunu söyleyerek bana umut aşıladıktan sonra ortada bırakan bir insanı öldürmeden kendimi öldürmeyecektim.

"Sadece biz ölmeliyiz! Bırak onları Kunter! En üst katayız! Buradan atlarsak kimse bizi kurtaramaz."

Çocuğun sözleriyle gülümseyip cama döndüm. Gerçekten de en üst katlardan birindeydik. Ama çocukluğum çok masum düşünüyordu. Ya da mantıklı düşünüyordu.

"İntikam istemiyor musun?"

İstemiyordum aslında ama sanki gerekli gibiydi. Ölemiyorsam intikamımı alırım değil mi? On beş yılın nasıl intikamı alacaksam? Ezel miydim ben! Ben kimdi de intikam alacaktım! Öldüremezdim bile. Ben kendimden başka kimseyi öldüremezdim, kendimi de öldüremiyordum.

"İstemem. Sende istemezsin. İntikam büyüklerin işi. Biz çocuğuz."

Çocuğun sözleriyle gür bir kahkaha attım! Çocuğuz. Biz çocuğuz.

Çocuk olduğumuzdan bize onca şeyi yaptılar!

Gülüşlerim sanırım dışarıya çıkmıştı ki, hemşire gelmişti. Ama benim öylesinde gür kahkahalar attığımı görünce hemen cebinden bir küçük telefon gibi bir şey çıkarıp tuşa basmıştı.

Bir şeyler diyordu ama kulaklarım sadece kendimi kahkahalarımı duyuyordu. Kahkahalarım bana neden çığlık gibi geliyordu. İroniye gülüyordum oysa, o zaman bu acı çığlığı atanda kimdi?

Ben olamazdım. Acaba ben ona gülüyorum diye, çocukluğum mu çığlık atmaya başlamıştı.

Gözlerimle etrafa bakarken odaya doktorların girdiğini görünce, çığlık daha güçlenmişti. Komikti. Doktorlardan mı korkuyorsun ha? Çocukken doktorları severdik, ama sende haklısın bizim ölmemize mâni oluyorlar değil mi?

Biri bedenimi yatağa bastırıyordu. Doktorlar birbirlerine bir şey diyorlardı, dudaklarının hareketlerinden anlıyordum bunu ama çığlık o kadar güçlüydü ki, duyamıyordum bile.

Sinirlenmeye başlıyordum. Çocukluğum bu kadar sinir bozucu muydu her zaman?

Serkan Sayer'in neden beni sürekli dövdüğü şimdi anlaşılıyordu. Böyle çığlık atan çocukla uğraşılmazdı.

Kalbime doğru bir iğneyi sapladıklarında, iki kolumdan ve omuzlarımdan beni yatağa sabitlediklerini daha yeni fark ediyordum.

Göğsüm istemsizce havaya kalkarken dudaklarımdan derin bir nefes alırken, çığlık gitmişti.

Korkmuş muydu? Neredeydi bu çocuk yine. Yanımdan ayrılmamalıydı. Büyükler küçük Kunter'e hiçbir zaman iyi davranmamıştı. Benden başka güvenebileceği kimsesi yoktu. Belki de sessizce ağlamaya geçmişti.

Yüzümde hissettiğim ıslaklıkla donarken. Doktorların sesi yavaş yavaş kulaklarıma dolmaya başlamıştı. Sonunda duymaya başlamıştım.

"...kriz."

"Psikolojik olarak çökmüş durumda, Psikiyatriye sevk etmemiz en mantıklısı olur."

Ne diyorlardı?

Kimden bahsediyorlardı?

Gözlerim kapanmaya başlıyordu.

"Sevkini kabul ediyorum. İntihara kalkış birisi. Ailesine haber edin. Hastayı sevk edeceğiz."

Ah, benim hakkımda konuşuyorlardı. Gözlerimi tamamen kapatmadan önce bu duruma gülümsemeden edemedim.

Tımarhaneye kapatılacaktım ha!

Tamamen kendimi karanlığa bırakmadan önce doktorların hala konuştuğunu duyuyordum ama aklım algılamıyordu...

Sanırım ben yine hapis hayatı yaşayacaktım...



-----Bu Bölümde Bitti-----

Yorumlar

  1. Watty iyice mokoki oldukine men beklemek yeni bölüm yazarın eline sağlık bölüm için teşekkürler

    YanıtlaSil
  2. Şuan ağır depresyona girişteyim bana iyi gelen bir sigara bide kitapların iyiki varsın yazarcımmm <3

    YanıtlaSil
  3. Hanım ağa oldum da güzel bir kitabın onuda çok merak ediyorum en son 12 bölüm yayınlanmıştı

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AHPO - 51. BÖLÜM: 2. Sezon - 2. Bölüm:

Hayırsız Evlat - 16. Bölüm: Kill Me! -1