AHPO - 51. BÖLÜM: 2. Sezon - 2. Bölüm:
İyi Okumalar!
Üç aydır
buradaydım. Bebek olmak ne kadar güzelmiş lan! Ulan böyle şeylerin vardı niye
en sona sakladınız? En baştan gönderseydiniz ya beni. Neysem üç aydır,
ağlamadığım için endişelenmeye başlamıştı bu ilgisiz ama aynı zamanda öleceğin
zaman en ilgili olan Karaoğulları fertleri.
Bebek
olmanın tek sıkıntısı, memeden içmekti. Jülide Hanım’a biraz ayıp oluyordu.
Yani kendimi sapık gibi hissetmeden duramıyordum.
Neyse,
şimdi Yekta Bey babacığımın kucağında hastaneye gelmiştik, bana epey test
yapmışlardı. Koluma ine batırdıklarını bile hissetmediğim zaman Yekta Bey benim
yerime ağlamıştı. Bu adama harbi üzülüyordum ben ya.
Oysa ben
çocuğu bile değildim. Benim için bir haftadır doktor doktor geziyordu.
Bugün ise
sonuçlarımız çıkacaktı. Doktor Bey amcayı bekliyorduk. Yekta Bey’in kucağından
hiç ayrılmadan öylece sessizce duruyordum. Arada bir ses çıkıyordum ki,
öldüğümü düşünmesinler. Çünkü, üç aydır Yekta Bey her gece beni kontrol
ediyordu ki, beni yatak odalarına taşımışlardı.
Bebeğim
diye her işi benim yanımda konuşuyorlardı. Şu dünyada anne babanın endişesinden
daha büyük bir acı yoktu onu anlamıştım.
Yekta Bey
Babacığım üç aydır huzursuzdu, Jülide Hanım ise çocuklarına yetmeye çalışan
hiçbir şeyden haberi olmayan bir kadındı.
Kapının
sesiyle doktorun sonunda odasına girdiğini anladım.
“Yekta
Bey,” demişti doktor ama o sesinin altındaki tonu duymuştum bile. Çekiniyordu.
“İrfan
Bey, selamı boş verelim. Benim meleğimin nesi var?” diye sormasıyla, doktorun
adım sesleri yaklaşmıştı.
“İlk önce
oturayım bir.” Demişti doktor ama sesinde harbiden çekince vardı. Tabi, Yekta
Karaoğullarına oğlunuz kör, dokunmada duyusunda sorunları da var, ve kalbinde
de delik var demek her adamın harcı değildi.
Yekta Bey
Babacım bu sözle yutkunmuştu.
“Kötü mü?
Bana yalan söylemeyin… Biliyorum ben, her gece yanına gidiyorum. Bebek ağlamaz
mı hiç? Yedi çocuk büyüttüm ben. Hepsi ağlar uykusuz bırakırlardı beni! Demir
bile eve gideyim ağlar durur, ama Meleğim, meleğim hiç ağlamadı. Ağlamıyor.
Sütünü verirsek içiyor, altını biz temizlersek anca. Hiçbir şeyi haberi
vermiyor. Arada bir sesini çıkarmasa oğlumun ö… Siz anladınız. O yüzden bana
gerçeği söyleyin.”
Bu
sözlerle ağlamak istemiştim. Cidden istemiştim ama boşaydı. Ağlamak dahi
içimden gelmiyordu.
Yekta Bey
baba gerçekten de bu hikâyede beni tek karşılıksız seven kişiydi. Sanki
biliyordu en baştan beri, kaybedilen bir dava olduğumu.
“Yekta
Bey, ilk haftalarında götürdüğünüz hastanede, size bildirmiş olmalılar.
Kalbinde delik var… Bu söylemek hele ki bir ebeveyne bunu söylemek zor. Oğlunuz
şüphelendiğiniz gibi gözleri görmüyor. Bunun kornea kaynaklı olmadığını tespit
ettik. Beyinle göz arasındaki iletti de bir sorun var. Ve ağlayamamasının
sebebini ağrıyı hissetmediğini düşünüyoruz.”
Yekta
Bey’in göğsünden bir hırıltı kopmuştu.
Ya abi bu
adam ağlayacak ama şimdi! Ben daha üç aylığım bu kadar atraksiyon bana fazla
haberiniz olsun!
İşte
böyle başladı. Ne demek istediğimi düşünebilirsin sevgili günlük. Benim son
hayatımın, altın kafesini kendim inşa etmiştim. Bildiğin kendimi kendi
ellerimle bu manyakların eline teslim etmiştim.
Ben
bunların yüzünü bile görmek istemezken yapmıştım bunu. Hiçbir şey diyemiyordum
bile. Kendim ettim kendim buldum.
Neyse,
daha anlatacağım çok şey var.
“Kalender
oğlum yine mi kavga ettiniz siz!” diye bağıran şahıs Yekta Bey Babacığım yerine
dede beydi. Agah Beyefendi, İstanbul’a gelmişti. Öyle iş güç içinde değil
sevgili abimin düğünü için gelmişti. Zait Beycimiz yarın evleniyordu. Gülsüm’le
aralarına nifak tohumu sokacaktım da Efe aklıma gelince vazgeçmiştim. Şu an on
üç yaşındaydım. O günün üzerinden epey bir zamanlar geçmişti.
Sanırım
Kalender’in kulağından tutmuştu ki, cıyaklayıp duruyordu yanı başımda.
“Agah dede
valla Deniz yaptı! Görüyor bu ya!” diye bağıran şahsın kafasına vurmak için
elimdeki batonu kaldırıp bir anda açıp soluma doğru vurduğumda,
“Ah!” diye
inleyen sesle bu kişinin Kalender yerine Azat olduğunu bilmek beni
sevindirmişti.
“Abicim
niye yine birilerini dövmeye kalkıyorsun sen ya!” Azat’ın sesi sevgi dolu
çıkmıştı.
Bir de bu
vardı. Benim görme engelli olduğumu öğrendikleri ilk günden beri ailedeki
herkes üzerime titremişti. Demir’e az sevgi verirler diye bende sessiz sedasız
takılmıştım ki, yorgun olan ruhum yüzünden hiçbir iş yapmak için kalkasım bile
yoktu. Bebekliğim hastanelerde geçmişti. Jülide Hanım kabullenememişti ki,
Yekta Bey’de bu durumu kabullenememişti. Beni hastane hastane, ülke ülke
gezdirmişilerdi.
Ama görme
engelli olduğumu altı yaşıma kadar anca kabullenebilmişlerdi. Bir engelli
insanın çocuğunuz olmasını anca anlayabilmişlerdi. Okulum için bile özel bir
okula gitmek zorunda kalmıştım ki, orada da uyum sağlayamadığımı düşünüp bana
özel hoca tutmuşlardı.
Yani,
Kelebek Adam’daki tanıtımında şımartılmış çocuk işte şimdi ben olmuştum.
Şu an olan
olay ise, Kalender ben görmüyorum diye bütün fıstıklarımı çalmıştı. Ben de
kavga çıkarmıştım. Hiç pişman değildim. Aklım hala yapamadıklarımda.
“Azat
oğlum, Deniz’i içeri götür. Çocuk toz toprak olmuş.” Diyen Agah Bey dedemle iç
çekip elimde tutuğum beyaz olan bastonumu katlamaya başlamıştım.
“Gidelim
abi.” Derken sesim basit ve sessiz çıkmıştı.
Yanımda
bazen tam olarak kimin olup olmadığını bilmediğimden bağırarak konuşmak yerine
sessizce konuşuyordum ki, sadece yakınımdaki insan beni anlasın.
Azat
sanırım kolumdan tutmuş olacak ki beni çekiştirmeye başlamıştı.
Biz
adımlarken arkamızda Agah dedenin ve Kalender salağının bağırışları
duyuluyordu. Sanırım yine gözlerim hakkında konuştuğu için azar yiyecekti. Bu
evde tek bir tabu vardı. Benim görmem hakkında konuşulması yasaktı. Gören
körlerden olduğum için insanlar gözlerimin gördüğünü sanıyordu ama gerçekte
kapkaranlığa hapsolmuştum. Ama Kalender her zaman görebildiğimi savunuyordu.
Bunun nedeni de çocukken kızdığımda ela gözlerini oyarım senin dememdi.
Bende az
değildim tabi.
“Güzelim
şu piçle oynama demiyor muyum ben sana ya!” Azat salağın sözlerine göz
devirmeden duramamıştı. Kıl herif sen ne bilirsin ki lan!
“Oraya
değil, camı açayım kapatmış salak bunlar valla! Senin durumunu bilmiyormuş gibi
bir de kapıları kapatıyorlar!” bu sözler normalde bir engellinin gururunu
kırardı ama ben bu durumda sadece Karaoğulları ailesine üzülüyordum.
Gelecekte
her seferinde evlat acısı çekmek zorunda kalıyorlardı. Her zaman bir şekilde
başlarına bir musibet takılıyordu.
“Cama
sinek gibi yapışmamı görmek istemez misin?” diye sorarken gülümsemeden
duramamıştım.
Azat
kıkırdamıştı bu dediklerime. Sürgü sesini duyduğumda camı açtığını anladım.
İçeri adım attığımızda evdeki kılımalar sağ olsun epey rahatlamıştım.
“Odana mı
götüreyim?” diye soran Azat salağına bastonu geçirecektim yeminle! Ulan ben bu
evin ıncığını cıncığını ezbere biliyorum! Bana ne diye misafir çocuğu muamelesi
yapıyorsun it!
“Yok bırak
beni salona.” Derken içerden sesler geliyordu.
Sanırım
Zait Bey’de buradaydı ki, normaldi. Onun düğünü vardı yarın. Biz salona doğru
giderken, Zait Bey’in sesi yüksek çıkıyordu.
“Anne,
Deniz düğüne gelmek istemiyor ne demek!”
Ah, durum
buydu ha! Dün gece beni her gece yatağa bırakan Yekta Bey Babacığıma ‘düğün
kalabalık olur, ben evde kalsam olur mu?’ diye sormuştum ve o da beni
kıramamıştı. Adam benim durumum kendi suçu olduğunu düşünüyordu. İlk doğduğum
zaman fark etmiş olsaydı şu an görebileceğimi düşündüğü için bunun hesabını
kendinden kesiyordu. Ve bu da beni şımartmasını sağlıyordu. Bende valla bu
konuya üzülsem de kaymağını yiyordum.
“Oğlum
çocuk haklı! Kulakları rahatsız oluyor sesten.” Jülide Hanım bu seferki
hayatımda çok anlayışlı biri olup çıkmıştı.
İnsanların
sevgisini almak için aciz duruma düşmeniz gerekiyordu.
Acımasız
ama gerçek buydu. İnsan oğlunun iki yüzlülüğü tam olarak burada başlıyordu.
“Anne, en
mutlu günümde ne demek bu ya! Bizimle durur.” Demesiyle dudaklarımı birbirine
bastırdım gülmemek için.
Ulan Zait
Beycim karın olacak o şırfıntıyı ila elimde patlatacaktın.
“Deniz
hadi biz odana gidelim…” diyecekken kolundan çıkıp bir adım attım.
Zait
Beycimiz bizi bu kadar çok istiyorsa, düğününe bir çeyreklik yerine orada
bulunarak ona bir hediye vermiş olurdum.
“Zait
abimle görüşmek istiyorum.” Dememle, Azat hemen atlamıştı. Haklıydı. Ben pek
ailede herkesle konuşan birisi değildim. Sessizce kendi kendime takılıyordum
valla bunca zaman.
Daha
doğrusu odamdaki para saymasından duyduğum paraların sesiyle mutlu oluyordum. O
paranın kokusu ve sesi insanı bir mutlu ediyordu anlatamam.
Ben salona
doğru girerken hala konuşuyordu benim büyük abi bey.
“…Deniz’le
bir de ben konuşa…”
“Ne
konuşacaksın benimle abi?” diye sorarken o abi eki var ya midemi bulandırmıştı.
Kusacaktım aha şimdi şuraya. Görmedim tuvalet sandım der çıkardım işin içinden.
Ben bunu aklımda tutayım. Düğün an benim ufak Deniz’i çıkarıp birinin üstünü
sulayabilirdim. Bir şeyde diyemezlerdi hem görmüyorum hem de hala çocuk
sayılıyorum lan!
“Deniz,
oğlum sen dışarıda değil miydin?” Jülide Hanım’ın sorusuyla elimdeki bastonu
sallayıp.
“Kalender
desem.” Dememle herkes anlamış olmalıydı. Kalender’le ben çocukluğumuzdan beri
anlaşamıyorduk. Piç resmen gerçek aşkını sevdiğinden benim ruhuma veba görmüş
gibi davranıyordu.
“O mal
gene mi burada!” Zait Beycim sizi haklı bulmam imkansızdı ama bu konuda aynı
düşüncedeyiz.
“Oğluşum
yüzün kızarmış. Güneşte çok mu durdun.” Diyen Jülide Hanım dibimdeydi sanırım
sesi epey yakın geliyordu.
“Azat, sen
ne yapıyordun? Kalender’le Deniz’i yalnız bırakma demedim ben sana?” Zait
Bey’in konusu bir anda ben ve Kalender olmuştu ki haklıydı da açıkçası.
Karaoğulları ailesinin büyük tabusuydu. Kalender’le bebekliğimizden beri
anlaşamadığım için beni onunla yalnız bırakmıyorlardı.
“Abi dedem
yanlarındaydı. Bir ara içeri geçtim işte.” Azat’ın sesi kısık ama ısrarlıydı.
Ulan Zait
evdeki herkese dünyayı zindan ediyorsun be! Tek iyi yanını Kenan’a bıraktığına
inanamıyorum. Bu evde herkes tabi birbirinin kuyunu kazar! Senin yüzünden it
herif!
“Hadi gel
şöyle otur oğlum. Ben hemen krem alıp geliyorum.” Diyen Jülide Hanım’la başımı
sallayıp, salonda yerlerini ezbere bildiğim koltuklara çöktüm.
“Sizde
bağırıp durmayın.” Demiş ve gitmişti sanırım Jülide Hanım.
Koltuğa
oturduğumda, köşedeki kırlentlerden birini alıp başımın atlına koydum. Uykum
vardı. Yorulmuştum. Bu yaşamımda kolay yoruluyordum zaten. İyice tembel hayvana
dönmüştüm.
Başımı
daha çok yastığa gömerken elimdeki bastonu da katlayıp koltuğun bir yerine
koymuştum.
“Güzelim
sen yine uyumadın mı?” diye soran Zait’te ‘ya gerçekten güzel miyim?’ diye
sorasım geliyordu ama neysem cıvıklaşmayalım. Bu lafı da ciddi alır sonra beni
asla yanından ayırmazdı.
“Hı hı.” Demiştim
sadece.
Oturma
sesleri duyduğumda, oturduklarını da anladım.
“Öyle
yatma gel dizlerime yat.” Diyerek başımdaki kırlenti alıp, beni de yan
yatırmıştı. Valla böyle daha rahattı.
Gerçek
Deniz’in bu insanlardan neden uzaklaştığını hiçbir zaman anlamamıştım. Bu aile
biraz kompleksiydi ama sevgi doluydu. Gözleri bazı şeylere harbi kördü ama en
baştan başladığımdan beri sanki bunca zaman oyunu hard moddan bir anda easy
moda çekmişim gibi hissediyordum. Bunlarla bu kadar olay etkileşime
girebileceğimi bilseydim asla onca şeyleri yaşamazdım.
“Babam,
Amerika’da bir doktor bulmuş.” Diyen kişi Azat’tı.
Ah, Yekta
Bey bu durumu hala kabullenemiyordu dediğim gibi. Her gün bir doktorla
görüşüyordu. Görme duyumu geri getirmek için her şeyini verecek gibiydi.
“Azat,
Deniz burada uyumaya çalışıyor.” Zait Beycim bu konuda benim gibi düşünüyordu
ki bu çok garipti. Ona göre bu durumu kabullenmeliydik. O da zamanında çok
çabalamıştı ama benim bu durumda yorulduğumu anlayınca pes etmişti.
“Testleri
Amerika’ya göndermiş. Bir doktor yüzde otuz dört şansı var demiş abi.
Korneasında sorun yokmuş.”
Azat’ın
sözleriyle donmuştum. Normalde hiç şans olmaması gerekirdi. Ben bu duyumu direk
feda etmemiş miydim? O zaman neden böyle bir şey yaşıyordum.
“Ne?” Zait’in
sesinde hem şaşkınlık hem de heyecan vardı.
Umarım bu
doktor şarlatan çıkmazdı. Valla çıkarsa, bu insanların bir umudunun daha
yatışını duymak insanın canını yakardı.
“Bakma
bana öyle abi. Sende Deniz duyduysan söyleyeyim babam düğünden sonra seni
götürecek doktora.” Azat’ın sözleriyle uyuyamayacağımı anlamıştım ama bu benim
konuşacağım anlamına gelmezdi.
“Doktor güvenilir
mi?” diye sorarken Zait abimin sesinde aslında bana değil de niye sana söylendi
böyle bir şey, der gibi bir ton vardı.
“Babam
bulmamış doktoru. Deniz’in durumunu doktorlara çok önceden vermiştik zaten abi
bunu sende biliyorsun. Doktorlardan birkaçı incelemeye almışlar. Ve bir umudun
olduğunu görünce bu ameliyatı yapabilecek olan doktorla görüşmüşler. Doktor da
yapabileceğini ama ilk önce Deniz’le görüşmesi gerektiğini söylemiş. İşte böylece
testlerini de önceden göndermiş babam.”
Azat güzel
diyorsun da keşke Yekta babacım da bana sorsaydı istiyor muyum diye?
Ulan hikâyenin
tam dönüm noktasına gelmişim bu yapılır mı be? Ben daha Gülsüm Hanım’ın hayatını
dar edecektim. Bizim iki salak görümcelikten çok kardeşlik yapıyordu. Bu hikâyede
gerçek bir görümce nasıl olunur onu gösterecektim.
“Babam
aşka eve geldiğinde bir görüşeyim. Çocuk zaten perişan oldu Azat. Eğer, bir
ihtimal varsa tamam ama yine aynı şeyleri yaşayacaksak bunu kabul edemem.”
Zait Bey
sana hak vermek istemiyorum ama şu an hak veriyorum valla.
“Abi,
babam Deniz için kötü bir şey düşünür mü?” Azat’ta bu konuda haklıydı.
“Ne
konuşuyorsunuz burada abi?” içeri giren kişi Demir zırtosuydu.
“Hiç
öylesine konuşuyoruz… Sen ne yaptın, Hasret ablanın istediğini yaptın mı?” Zait’in
sorusuyla bir yere oturma sesi gelmişti. Salondaki koltukların deri olmasının
avantajıydı yemin ederim bu. Ama Efe gelince büyük ihtimal koltuklar
değişecekti. Bunların hepsini yırtardı o.
“Abi ya
bizim evde niye kız var ya!” Demir’in bu çıkışı beni güldürmüştü ki böylece de
uyumadığımı da anlamış oldular.
“Yine
sessizliğe gömüldün ha kuzu.” Zait’in kulağımın dibinde fısıldadığı sözlerle
sustum.
“İkiz sen
hiç gülme! Oğlum bu sefer ablamlarla seni bırakır ha tek! Yok neymiş onun rengi
uymuş muymuş? Yok o oje mi çanta mı? Bana ne ya!”
Hasret’le
Defne’nin gazabından geçiyordu bir haftadır. Üzülmek istiyordum ama gülmekten
başka bir şey yapamıyordum. Ben görmüyorum diye beni salmışlardı zaten. Bir de
ikizlerin üstüne biniyorlardı. Sahi Pars’la Sarp neredeydi. O salaklar bir de
sınava çalışacaklardı güya bu sene?
“Oğlum ne
bekliyordun! Biz gitme onlarla annemlerle takılsınlar dedik. Sen yok ablalarıma
yardım edeceğim dedin o iki salakla!” Zait Beycimin sözleriyle gülümsemeden
duramadım.
Herkes Demir’e
yapma kendine yazık edersin demişti ama ikiz abilerini peşine takıp ablalarına
koşmuştu.
“Bir daha
gidersem tövbe zaten abi ya! Deniz gibi çekileceğim kenara valla. Deniz’i bir
tek gelinlik almaya götürdüler. Ondan sonra bir daha hiçbir yere götürmediler.”
“Yalnız onlar
Deniz’i kaybettikleri yüzünden babamdan korktuklarından kimse Deniz’i bir yere
götürmüyor.” Azat’ın sözleriyle kıkırdamadan edemedim.
Harbiden
beni bebeymişim gibi kaybetmişlerdi. İnsan koskoca çocuğu mağazada unutur muydu?
Unutuyordu demek ki. Bir de üç saat sonra polisler tarafından bulunmuştum.
O değil de
şu dünyada en büyük dedikodu gelinlikçilerdeydi. Kadın kuaförüymüş gitsin anam.
O gelinler dışarı çıktıktan sonra arkalarından öyle şeyler söyleniyordu ki şu
kulaklar neler duymuştu.
“Annem
yüzünden! Çocuğu götürmeyin dedim. Yok bir işin ucundan tutsun diye götürdüler!”
Zait Beycimi yine sinirlendirdiniz ya! Ulan bu, bu olayı unutmuştu. Azat ben
senin çenene!
“Valla abi,
Deniz’in hali iyiydi. Bir de kızlar kurabiye falan vermiş. Üstüne bir de
gelinlik giydirmişlerdi! Hahaha!”
Utanç dolu
anlarımı niye anlatıyorsun sen Azat? Çok daya istiyorsun sen!
“Ya bir de
duvak falan da vermişlerdi! Deniz’in görmediğini bile anlamamışlar üç saat
boyunca. Herkesle öyle bir takılmış ki!” Demir sende sıvıyorsun şu an.
Hem her
halimden belli ulan benim kör olduğum! Gören körsem ne var yani? Size güzel
mavişlerimi gösteriyorum diye yapıyorsunuz bunları biliyorum ben. Sizde yok
diye benim mavişleri kıskanıyorsunuz ama asla olmayacak böyle maviş gözler
sizde!
“Benim mavişimi
bebek etmişlerdi ellerinde! Hasbin Allah! Nerden aklınıza geldi lan o gün!
Babam ağlarken aynı zamanda gülüyordu. Bir de bu maviş yakıştı ama bana bu
gelinlik diye zorla babama gelinliği aldırdı. Harbi o gelinlik nerede?” Zait’in
sorusuyla dudaklarımı büzdüm.
Size ne beyefendi?
Ben onu kocama saklıyorum. Hem gelinlik kesinlikle bana da yakışmıştı.
“Sohbetiniz
daim olsa beyler. Ama Deniz’i almaya geldim. Annem güneşte kalmış dedi.”
Bu naif
sesin sahibi Defne’den başkası değildi. Bu da hikâyenin bir değişkeniydi. Benim
gözlerime tedavi bulabilmek için normalde avukat olması gereken kız TIP okumuştu.
Hem de Türkiye’de bile değil Harvard’a para ve bursla okumuştu. Zeki insanın
hali bir başka oluyordu yeminle.
Ellerimden
tutup beni kaldıran kişi büyük ihtimal Defne’ydi.
“Hadi
kuzum. Gel beni seni kremleyip, yatırayım. Uykun gelmiş belli senin.” Diyen Defne
ablacık beni odadan çıkarırken yavaşça merdivenlere çıkmaya başladık.
Yukarıya
çıkarken ikimizde sessizdik. Ben uykulu halime bağlarken, Defne’de sanırım ne
konuşacağını bilmiyordu.
O değil de
Zait beni kucağından nasıl çıkarmıştı lan? Genelde yapışıyordu bela herif.
Kapının
açılma sesiyle en üst kata gelip odama geldiğimizi anladım. Ben içeri geçerken
ezbere bildiğim yatağıma doğru yürümeye başladım.
Her hayatımdaki
oda benim odam olmuştu. Tek bir farkı vardı, o da geceleri Demir’le uyumam
gerekmesiydi. Neymiş ben uyanır kafamı bir yere vururmuşum! Acıyı
hissedemediğimi bildiklerinden bir yere vurup vurmadığımı ancak gözlem yoluyla
biliyorlardı.
Üstümdeki
tişörtü çıkartıp yatağın bir yerine koyarken.
“Kuzum
yüzünü ve boynunu açar mısın?” diye sormasıyla hemen boynumu dışarıya çıkarır
gibi yaptığımda, bir şeyler sürüyordu sanırım ki, nefesindeki nane konusunu
içime çekebiliyordum.
“Epey
kızarmışsın. Demir güneş kremini sürmedi mi?” diye sormasıyla ‘cık’layıp.
“Kalktığımda
sizinleydi abla. Unutmuş olması daha muhtemel.” Dememle, Defne ablanın homurtularını
duydum.
“Hemen uyuyacaksın
değil mi?” diye sormasıyla hemen uyumak istesem de, bugün birkaç webtoon
okuyabilirdim sanırım.
“Demir’i
çağırsana abla. Onunla uyumak istiyorum.” Dememle, Defne’nin kıkırtısını
duymuştum.
“Tamam,
ben çağırırım. Sen de hemen yüz üstü yatma tamam mı?” diye sormasıyla başımı
sallayıp.
“Tamam.” Dememle
sanırım elini yıkamak için banyoma gitmişti. Su sesi geliyordu.
“Ben şimdi
gidiyorum. Demir iki dakikaya gelir yanına!” dedikten sonra kapı sesi gelmişti.
İç çekip
sırt üstü yatağa düşerken gülmeden duramadım.
Demir’le
birlikte yatmamızın en büyük sebebi. Bana uyumdan önce kitap okumasıydı. Çocuk
benim sayemde zeki bir şey olup çıkmıştı. Bir de çok anlayışlı olmuştu. Sanırım
bir çocuğun anlayışlı olması için kardeşiyle karşılaştırmak yerine birbirlerine
kenetlenmeleri daha iyiydi.
Bugün ne
okuttursaydım ki? Hep Çin BL okutuyordum. Çocuğunda cinsel yönelimini
değiştirecektim bu gidişle. Ama harbi öyle bir şey olsaydı Demir kiminle olurdu
ki, bu mal şimdiden bile uzun boylu bir şeydi. Büyümüş halini de hatırlayınca
pasif olmazdı bu şekilsiz. Aktifti kesin ama buna kim olurdu ki? Yusuf salağı
desem. Midesi bulanırdı.
“O fındık
kadar beyninle gene ne düşünüyorsun da kıkırdayıp duruyorsun bakalım.” Diyen Demir’den
başkası değildi.
“Kapıyı kapata,
laptopu getirsene.” Dememle derin bir iç çekme sesi gelmişti.
“Deniz hani
uyuyacaktık biz ya! Oğlum bu okuduklarımı evdeki birisi duyarsa beni sallandırırlar
lan!”
Böyle söylenmesi
hiçbir şeyi değiştirmezdi. Gelip yine de okuyacaktı.
“Bir şey
olmaz. Hem kim anlayacak.” Derken ciddiydim.
Yatağın
çökmesiyle yanıma uzandığını anlamıştım.
“Bu sefer
ne okuyorum padişahım?” diye sormasıyla gülüp, başımı biraz daha yatağa gömdüm.
“Ne var?”
diye sormamla, Demir laptopun klavyesine parmaklarıyla basmaya başlamıştı. O
tık tık sesi rahatsız ediciydi.
“Bunu
falan geçtim. Zait abim erkeklerden hoşlandığı duyduğunda üçüncü dünya savaşı
çıkacak biliyorsun değil mi? Hele ki bir İtalyan’a aşık olduğunu öğrenirse seni
boğar beni de asar sanırım. O İtalya’nı da gebertir!”
Ya bu çok
konuşuyordu! Ama iyi aklıma getirmişti.
“Baksana,
benim yakışıklı piçim neler yapıyor? Magazine düşmüş mü?” diye sormamla Demir’den
kıkırdama kazanmıştım.
“Ulan adam
Zait abim yaşında Deniz! O gelinliği şaka amaçlı değil de gerçek mana da
aldığını bilse babam yemin ediyorum seni şu odadan çıkarmaz!”
Moralimi
bozmaya çalışıyordu it herif. Nerede lan benim sopam?
“Boşa
arama bastonu. Aşağıda unutmuştun bende.” Demesiyle kaşlarımı çattım. Başımı ağrıtıyordu
bu çocuk!
“Çok
abartıyorsun. Sen benim Niccoloma bak hele bir.” Derken yanımda oturan çocuğun kollarını
cimciklemeden duramamıştım.
“Ah! Deniz
yapma şunu! Hem seninki bu aralar Amerika’daymış. Haberlere çıkmıştı. Oğlum sen
bu adama istesen serenat yap ama bu adam düz oğlum ya! Yanına yine sarışın bir
manken almış.” Demesiyle dudaklarımı büzdüm.
Ulan
Niccolo! Tamam ben şu an çocuk olabilirim ama sen de yani biraz uçkuruna sahip
çık be adam!
“Hey üzül
diye demedim. Neyse, siktir et herifi zaten! Sen büyüdüğünde bu herif buruşmuş
olacak. Gel ben sana, roman okuyum. Bak bak! Şu beklediğin novel’in yeni bölümü
çıkmış!”
Demir’in
beni mutlu etmek için yaptıklarına gülüp.
“Baktım
ama göremedim!” dememle, Demir’de yaptığı gafı anlayıp gür bir kahkaha atmıştı.
Koca odada
kahkahalarımız yankılanıyordu. Neden bebekliğime döndüğümü bu zamanlarımda
anlıyordum. Her şeye baştan başladığında, istediğin bir ilişki geliştirebiliyordun.
“Hahahaha!”
----------Bu Bölümde Bitti------------
Yorumlar
Yorum Gönder