Kan Davası - 28. BÖLÜM: FİNAL!
Kül Eyledi!
"Bitiş çizgisindeydim ama yarışta hiç koşmamıştım"
Ve Sonunda İkisi de Ölür - Adam Silvera
"İyi akşamlar, bugün aktaracağımız haber ne yazık
ki çok acı bir kayıpla ilgili. HappyHospital hastanesinin genç varisi Serhat
Taş, iki gün önce akşam suları Monako’da bir otel odasında yaşamına trajik bir
şekilde son verdi.
Serhat Taş, henüz on sekiz yaşında, hayatının
baharında bir gençti. İki ay önce, bir kadının ölümüyle ilgili olarak şüpheli
olarak gözaltına alınmıştı. Yapılan soruşturma sonucunda herhangi bir suç
unsuru bulunamamıştı ve Serhat Taş suçsuz olarak serbest bırakılmıştı. Ancak bu
olay, genç Serhat'ın üzerinde derin izler bırakmış olmalı.
İki gün önce gece suları, Monako'nun prestijli yedi
yıldızlı bir otelinde kalmakta olan Serhat, kafasına sıkarak intihar etti.
Olay, otel çalışanlarının silah sesi üzerine güvenlik güçlerine haber
vermesiyle ortaya çıktı. Olay yerine gelen acil servis ekipleri tarafından ağır
yaralı olarak hastaneye kaldırılan Serhat Taş, tüm çabalara rağmen kurtarılamadı.
Serhat Taş'ın intiharına dair kesin bir sebep henüz
belirlenemedi. Bu trajik ölüm, başta babası ve Monako'da bulunan teyzesi olmak
üzere ailesini ve yakın çevresini derinden sarsmış durumda. Genç yaşta
kaybettiğimiz Serhat Taş'ın cenazesi yarın sabah saatlerinde, İstanbul
Karacaahmet Mezarlığı'nda düzenlenecek törenle toprağa verilecek.
Bu acı olayın ardından başlatılan soruşturma devam
etmekte olup, Serhat Taş'ın hayatını kaybetmesine dair tüm detaylar
araştırılıyor. Gelişmeler oldukça siz değerli izleyicilerimizi bilgilendirmeye
devam edeceğiz.
Huzur içinde yatsın. Şimdi sizi diğer gelişmelerle baş
başa bırakıyoruz…”
Elindeki
kumandayla televizyonu kapatırken kızarmış gözlerini kapının yanında duran
kadına çevirdi.
Leman
Hanımın üstünde simsiyah bir elbise vardı. Başında ise kuaförlere zorla
yaptırdığı saçlarını siyah bir şal kapatıyordu.
“Sana
demiştim.” Demesiyle, Kemal Bey yavaşça oturduğu yerden kalktı. Elindeki
kumandayı koltuğa bırakırken boğazındaki yumru gitmiyordu.
“Leman,
oğlum öldü benim.” Kemal Bey’in dedikleriyle, Leman Hanım da kızarmış gözlerini
kısmıştı. Leman Hanım’da çok üzülüyordu. Ama karşısındaki adam kadar
üzülmediğine biliyordu. Kemal Bey iki günde kafayı yemişti. Oğlunun cansız
bedenini Türkiye’ye getirebilmek için otopsiyi bile kabul etmek zorunda
kalmışlardı. İşin içine İnterpol’de girmişti ki, Rahmi Bey hemen yanlarına
gelmişlerdi.
“Şilan
Hanım nasılmış?” diye sormadan edemedi Kemal Bey. Kemal Bey’in üzerinde
umursamazlık vardı. Her şeyini kaybetmiş bir adam gibi duruyordu. Oğlunu yarın
sabah gömeceklerdi. İstanbul’da olacak mezarı. Rahmi Bey Mardin’e götürmeyi çok
istemişti ama, Aziz Çelebioğlu kardeşinin morgdaki cesedini görür görmez
bayılınca Rahmi Bey’de mecburen kabullenmek zorunda kalmıştı. Defin işi çok zor
olacaktı.
“Nasılsın
olsun kadın. İki evladını gömüş olacak kadın. Kadının durumu hiç iyi değil.
Kalbinden ameliyat olacakmış. Damarı tıkanmış. Delirmese iyi.” Demesiyle, Kemal
Bey duyduklarıyla başını eğmeden duramamıştı.
“Serhat’ın
neden intihar ettiğini öğrenmediler değil mi?” diye sorarken odadan çıkıyordu.
Koca yalı büyük bir yasa boğulmuştu. Herkes kendine izin vermişti. Yalı da kuş
sesi bile yoktu. Erhan Bey sadece yalıdaydı. Kemal Bey onun da yarın
gideceğinden emindi. Oğluna düşkün olan adamın daha fazla burada kalamayacağını
biliyordu.
“Annesinin
yaşadığını kimse öğrenmedi korkma enişte! Ya da annesinin onu tamamen
unuttuğunu ve sakat olduğunu da kimse öğrenmedi. Çocuğa nasıl annesini
gösterebildin ya! Ben bile gitmiyorum yanına canım acıyor diye.” Leman Hanım’ın
kısık sesle dedikleriyle Kemal Bey’in elleri yumruk olmuştu.
“İnanmadı.
Ne yapsaydım. Ben nereden bileyim gördükten sonra mutlu olur sandım. Gitmek
istedi. Geri döndüğümüzde ise…” Kemal Bey’in ağzından kocaman bir hıçkırık
kaçmıştı. İki gündür oğlunun acısından ağlamaktan başka bir şey yapamıyordu.
Oğlunu herkesten korumak için onlarca yalan söylemişti ve sonunda oğlu
kendisini öldürmüştü. Otelin önüne baldızıyla geldiğinde etraftaki polislerin
ve ambulansı görünce kanı donmuştu. Oğlunun bedenini sedyeyle dışarı çıkarırken
başındaki yaraya bastıran doktorun görüntüsü onda travma olmuştu.
“Doğru!
Çocuk zaten yıkılmıştı. Sende tamamıyla yıktın! Ablamın emanetine bile sahip
çıkamadın. Ama ne bekliyordum ki senden. Ablamın katilerini bile bulamadın sen.
Şirketinde mi hastanende mi çalışıyor bilmiyorsun bile! Bu yalının içinde
olabilirler dimi?” diye sormasıyla, Kemal Bey hızla baldızının kolundan tutuğu
gibi yüzüne baktı.
“Sakın!
Oğlumun acısını! Karımın acısını bana kullanma Leman! Senin yüzünden bunlar
başımıza geldi! Annemle konuşma dedim! Yapma dedim. Senin sevgi açlığın
yüzünden karımdan ve oğlumdan oldum ben! Annemi ben yakınıma yakıştırmazken sen
onu dibime soktun. Karımın çocuğumun dibine soktun! Beni kandırdınız! Temizlendik
dediniz. Artık o işlerde parmağımız yok dediniz. ŞU HALİME BAK KADIN! SENİN
GERİ ZEKALILIĞIN YÜZÜNDEN KARIMI DA ÇOCUĞUMU DA KAYBETTİM BEN!”
Kemal
Bey’in bağırışıyla, Erhan Bey hemen yanlarına gelmişti. Erhan Bey, Leman
Hanım’ın canının yandığını görünce Kemal Bey’in elini zorla çekip almıştı.
Leman Hanım şokla koluna bakarken,
“Kemal
Bey, karşınızda bir kadın var.” Derken Erhan Bey’de kızgın bir şekilde Kemal
Bey’e bakıyordu.
Serhat Bey’in bir gün kendini öldüreceğini
biliyordu ama böyle bir ölümü asla düşünmemişti. Hiç değilse gerçek ailesi onun
yaralarına merhem olur diye düşünmüştü ama bir şekilde o otel odasında bir şey
olmuş olmalıydı. Serhat Bey’in bebekliğini bilirdi. Serhat Bey’i yıkan bir şey
olmalıydı ki kendini öldürsün.
Kemal
Bey karşısında duran Erhan Bey’le hemen sinirle merdivenlere yönelip odasına
çıkarken duvarda gördüğü oğlunun üstünde toz olsa temizlerken kırarım diye
dokunmadığı çini tabaklarına gitmişti.
Çenesi
kasılmıştı. Aklı anılarına gitmeden edememişti.
“Duvarların rengi soldu.” Demeden duramamıştı Kemal
Bey aşağıya inerken. En son altı yıl önce boyanmıştı duvarlar ama Serhat izin
vermiyordu bir türlü duvarlara dokunulmasına. Sadece sildiriyordu ki bu daha
çok yorucu bir işti.
Serhat elindeki dondurmasını yiyerek merdivenlerden
inerken kocaman gülümsemişti. Oğlu her zaman gülümserdi zaten.
“Karşıma duvarlarıma. Renkleri falan da solmadı hem.
Bu duvarların her milimetresinde yaşadıklarımız varken nasıl boyamayı
düşünebilirsin.” On üç yaşındaki oğlunun dedikleriyle, Kemal Bey göz devirip.
“Bari şu tabakların arkasını boyasınlar oğlum. İzi
çıkmış diyordu geçen Erhan Bey.” Demesiyle, Serhat elindeki kaşığı tabağa
koyup.
“Olmaz. Onlara ben bile dokunmaya kıyamıyorum.
Boyarken çivilerini sökecekler. Ya takamazlar düşerlerse. Kabul etmiyorum. Git
odanı boya sen baba ya!”
Oğlunun
çemkirmelerini hatırlarken gözlerin yaşlar yanaklarına doğru yol almıştı. Odasına
girmek yerine, oğlunun o mavilerin her tonu olan odasına girdiğinde burnuna
dolan yağmur kokusuyla hızla kapıyı kapatıp sırtını beyaz kapıya verip yavaşça
aşağıya kayarken çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştı. Gözleri oğlunun odasının
her yerinde geziniyordu. Köşede koltuğun üstüne öylesine atılmış tişört oğlunun
son çıkardığı tişört olmalıydı. Çalışma masasının üstünde gelişi güzel
bırakılan güneş gözlüğünü görünce daha çok ağlamaya başladı.
Oğluyla
doğru düzgün burada konuşmuşlardı en son. Monako’daki konuşmaları olmaması
gerekiyordu. Oğlundan saklamalıydı bu gerçeği. Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna
gelmişken Leman’ın gazına gelip söylememeliydi. Düşmanların istediği olmuştu.
Karısı hiçbir şey konuşamayacak haldeyken, oğlunu ise yarın sabah toprağın
altına verecekti.
Kemal
Bey eliyle ağzını kapatırken hıçkırıklarını boğmaya çalışıyordu. Evlat acısını
vurulduğunda öğrendiğini sanmıştı ama hayır. Gerçeği şimdiydi. Karısının sahte
ölümünde sahte üzüntü yaparken bile bu halde olamazdı. Oğlunun acısı öyle bir
şekildeydi ki, yüreği dayanmıyordu.
Yavaşça
kapıdan ayrılıp koltuğun üstündeki tişörtü alıp oğlunun yatağına uzanıp, tişört
burnuna dayayıp derin derin nefesler almaya başladı.
En
büyük acıydı sevdiğinizin kokusunu eşyalardan almaya çalışmak.
“OĞLUM!”
* *
“Öldürüldü.”
Rahmi
Bey’in her dakika başı oğlundan duyduğu tek kelimeydi bu söz. Rahmi Bey hayalet
gibi dolaşıyordu etrafta. Ailesi için yıkılmaması gerekiyordu ama iki evlat
acısı Rahmi Bey’in canını çok yakmıştı. Rahmi Bey o telefondan sonra hemen
öğrenmişti oğlunun yerini. Ama uçakla gelene kadar oğlunu morga çoktan
kaldırmışlardı bile. Otopsi için izin isterlerken gelmişti Rahmi Bey.
Oğlunun
bedenini otopsi etmelerine izin vermek istememişti bile ama Kemal Bey oğlunun
bedenini alamayacağını mecbur izin vermişti. Aziz oğlu da yanındaydı. Kardeşini
görmeden inanamamıştı. Oğlunun başından vurulmuş bir şekilde o demir masada
yatan bedenini görünce Rahmi Bey oğluyla tanışmasının böyle olmasını
beklememişti.
Oğlunun
bedeni buz gibiydi. Dondurucudan bile daha buzdu. Ölümün sertliği gelmiş
gibiydi. Dudakları ise mosmordu. Oğlunun gözlerini kapatmışlardı. Rahmi Bey
dayanamamıştı oğlunun cansız bedeni bakmaya hemen dışarı çıkmıştı ama Aziz
morga girdiği an bayılmıştı. Kardeşinin ölü bedenini görür görmez bayılmıştı.
Uyandığında
ise tek söylediği şey “Öldürüldü… Benim kardeşimi öldürdüler.” Diyordu. Başka
bir şey de demiyordu. İki gündür ağzından tek alabildikleri laf ‘Öldürüldü’
kelimesinden başkası değildi.
Aziz
tamamen kayıptı.
Baran
ise oğullarından en çok üzüldüğü oydu. Kendisini suçluyordu. Kardeşini yalnız
bırakmasaydı konaktan gitmeyeceğine o kadar çok kendi inandırmıştı ki, her gün
konağın kapısının önünde bekliyordu. İnanmamıştı. O sürekli gülümseyen çocuğun
kendini öldürdüğüne inanmamıştı.
“Abi,
hadi yemek ye.” Diyen kişi, Dilan’dan başkası değildi.
Kızı
Dilan, üzüntüden sütten kesilmişti. Çınar’a süt annesi tutmuşlardı Mardin’de.
Kocası bebekle kalıyordu şu an. Kızının perişan haline hiçbir şey diyemiyordu.
“Öldürüldü.”
Aziz’in
söylediklerini duyduğunda iç geçirdi Rahmi Bey. Yalıdalardı.
Bu
yalıya ne amaçlar için gelmişlerdi. Oğlunun yaşadığını öğrendikten sonra üç
hafta sonra oğlunu yine toprağa veriyordu. Rahmi Bey bu kadere ne diyeceğini
dahi bilmiyordu. Keşke ben ölseydim diyordu her gece. Ben ölseydim de bir
evladımı daha toprağa vermek zorunda kalmasaydım diyordu. Hele böyle bir
şekilde intiharla vermenin canı daha büyüktü.
Rahmi
Bey daralmış yalıdan dışarı çıkmıştı. Oğullarının sesleri salondan geliyordu.
Karısı ise yataktaydı. Hastanede yatmak istememişti ama yarın akşam karısını
ameliyata alacaklarını biliyordu. Karısının kalbi bunca yaşananlara
dayanamamıştı. Karısını da kaybederse ne yapacağını bilmiyordu.
Rahmi
Bey dışarı çıktığında, yan taraftaki yalının bahçesinden sesleri geliyordu.
“Üstünde
çıkan saatin kimin olduğunu öğrenebildin Erhan?” Serhat’ın teyzesini Leman
Hanım’dan başkası değildi.
“Sadece
Ü. Polat’tan başka bir şey yazmıyor Leman Hanım üstünde. S-Serhat Bey’in
ölmeden önce birinden aldığını düşünüyorum. Çok beğenmiş olmalı.” Erhan Bey’in
dedikleriyle Rahmi Bey iki yalıyı ayıran demirlere tutundu. Derin derin
nefesler alırken demirlerdeki sarmaşık güllerin dikenleri ellerine batıyordu
ama hissetmiyordu bile.
“Haklı
olabilirsin. Sahi, Erhan, Serhat’ın çaldıkları yani daha sonrasını parasını
ödediği her eşyayı dağıtalım. Ya da bir hayır kurumuna bağışlayalım.” Leman
Hanım’ın dedikleriyle, Rahmi Bey başını uzattı.
“Bağışlamayın.”
Rahmi
Bey’in sesiyle, Erhan Bey ve Leman Hanım hemen çökmüş adama dönmüştü.
Rahmi
Bey’in su yeşili gözleri dolu dolu onlara bakıyordu. “Oğlum beğenmiş. Gözünün
değdiği hiçbir şeyi vermeyin kimseye. Ben geleyim toplarım.”
Rahmi
Bey’in dedikleriyle Erhan Bey başını sallamıştı. “İstediğiniz zaman buyurun.”
Demesiyle, Rahmi Bey yürüyerek kendi demir kapısından çıkıp yandaki yalının
korumalarına baktığında korumalar hemen kapıyı açmıştı. Yan yalıya, oğlunun
evine girdiğinde, Erhan Bey hüzünle tebessüm etti.
“Şimdi
mi almak istiyorsunuz?” diye sorduğunda, Rahmi Bey başını iki tarafa sallayıp.
“Kokusunu,
kokusunun olduğu odasına gireyim. Göreyim bir.” Demesiyle, Leman Hanım’ın da
gözleri dolmuştu.
“Ben
gideyim Erhan. Sizin de başınız sağ olsun.” Diyerek Leman Hanım direk
çıktığında, Erhan Bey ve Rahmi Bey baş başa kalmışlardı.
“Gelin
sizi Serhat Bey’in odasına götüreyim.” Dedikten sonra, yalının içine
girdiğinde, Rahmi Bey yavaş ve ağır adımlarla yalının içine girdiğinde, ilk
girdiğindeki gibi hissetmiyordu. Oğlu burada koşmuştu. Burada eğlenmişti. İki
gündür düşünüyordu. Bu gerçeği saklasalardı Serhat’tan yaşar mıydı? Belki de
babasıyla kaçmasına izin vermeliydi. O zaman hiç değilse oğlunu toprağa vermeye
kalkmazdı.
Erhan
Bey ikinci kata geldiğinde, Rahmi Bey durdukları beyaz kapıya bakıyordu. Kapı
kapalıydı.
“Bu
oda, Rahmi Bey. İstediğiniz gibi girin. Bir isteğiniz olursa ben aşağıdayım.”
Diyerek, aşağıya doğru indiğinde, Rahmi Bey derin bir nefes aldı.
Oğlunun
odasını görecekti. Oğlunun kokusuyla sarmalanmış odasına girecekti. Eli
pirinçten yapılma kulpa giderken göz yaşları çoktan yanaklarından düşmeye
başlamıştı.
Kapıyı
açtığında, masmavi bir odayla karşılaşmayı beklemiyordu. Odaya tam girip kapıyı
kapattığında burnuna dolan yağmur kokusuyla hıçkırmadan edemedi.
Gözleri
odada dolanırken koca yatakta yatan adamı görünce gözleri nefretle kısılmıştı.
Bu yatakta yatan adam her şeyin sorumlusuydu. Oğlunun kendini öldürmesine bu
adamın sebep olduğunu çok iyi biliyordu.
Rahmi
Bey yavaş adımlarla yatağın yanına gelip kenarına otururken gözleri oğlunun
odasının her köşesinde dolanıyordu. Yatağın yanında küçük bir çerçevede bir kız
ve oğlu vardı. Birbirlerine sarılmış kocaman gülümsüyorlardı.
Rahmi
Bey çerçeveyi eline alıp oğlunun fotoğrafına ağlayarak bakmaya başladı.
Yataktaki yatan adam bile şu an umurunda değildi. Oğluna doyamadan kaybetmişti.
“Sevgilisiydi.”
Diyen kısık sesle, Rahmi Bey hemen arkasını dönüp yatakta doğrulmuş adamın
yüzüne baktı.
“Orada
soramadım.” Demişti Rahmi Bey fısıltıyla, “Oğullarım fevridir. Bunun manasına
bile adam vururlar. Bir daha aynı şeyleri yaşamamak için soramadım ama bana
doğruyu söyle Kemal Bey.” Demesiyle, Kemal Bey kızarmış gözlerini adamın dolu
su yeşil gözlerine dikti.
“Sorun.”
Demesiyle, Rahmi Bey elindeki fotoğrafı daha çok sıkıp.
“Senin
yüzünden mi? Yoksa bizim yüzümüzden mi?” diye sormasıyla, Kemal Bey’in
bakışları kucağındaki tişörte gitmişti hala elinde tutuyordu.
Kemal
Bey, ne diyeceğini bilmiyordu. Ama demesi gerektiğini de biliyordu. Doğruyu
hakkettiklerini biliyordu. Hiç değilse Rahmi Çelebioğlu’nun doğruyu
hakkettiğini biliyordu. Artık ona olacak şeyleri bile önemseyemiyordu. Hayatı
kararmıştı.
“Benim
yüzümden.”
Kemal
Bey fısıltısı odada yankılanırken, cam kırılma sesi de yankılanmıştı. Kemal Bey
hemen Rahmi Bey’in elindeki çerçeveye baktı. Rahmi Bey çerçeveyi öyle bir
sıkmıştı ki camı kırılmış, kırıklar parmaklarını kesmişti kan yavaşça Serhat’ın
o güzel gülümseyen yüzüne doğru gidiyordu ama Rahmi Bey’in gözleri Kemal
Bey’deydi.
“Senin
yüzünden. Oğlumu öldürdün. Oğlumu. Biricik oğlumu öldürdün. Ulan!” Rahmi Bey
bağırırken, elindeki çerçeveyi unutmuştu bile.
“Hayatımı
karartın lan! Oğlumu çaldığın yetmez gibi ölüme de sürükledin şerefsiz!” Rahmi
Bey hınçla yataktan kalkarken elindeki kanların yere damladığından haberi bile
yoktu.
Kemal
Bey adamın her sözünde haklı olduğunu bildiği için sustu. Başka ne diyebilirdi
ki, Serhat’ı bu hale getiren kendisi olmuştu. Perez’in dediği gibi oğlunu
yatırması gerekiyordu. Oğlunun bir gün patlayacağını biliyordu ama kendisine
patlayacağını hiç düşünmemişti. Hele canını kıyacağını asla hiç düşünmemişti.
“Oğlum
senin yüzünden öldü ha! Niye lan niye! Gülümseyen oğluma ne yaptın da ağlayarak
canına kıydı?!” diye bağırırken Kemal Bey kucağındaki tişörtü sıkmıştı.
Rahmi
Bey delirecekti. Sonunda delirecekti. Rahmi Bey elindekini hatırlamış gibi
hemen aldığı yere bırakırken gözleri fotoğraftaki oğlunun yüzüne kan
bulaştığını görünce hıçkırıp bir hınçla Kemal Bey’in yakasına yapıştığı gibi
havaya kaldırdı.
Kemal
Bey şokla bakarken, Rahmi Bey Kemal Bey’in bedenini sürükleyip duvara vurdu.
“Unutma
lan benim adamı! Benim soyadımı! Neden biliyor musun?” diye sorarken Rahmi
Bey’in sesi o kadar serti ki, Kemal Bey donmuştu.
“Yemini
bozdurdunuz sonunda!” dedikten sonra Kemal Bey’in yakasını bırakıp öfkeyle
Kemal Bey’e bakmaya başladı. Kemal Bey karşısındaki adamın gerçekten de aşiret
ağası olduğunu daha yeni fark ediyordu. Adamın kibar tavırlarına o kadar
alışmıştı ki bir ağa olduğunu unutmuştu.
“Bundan
sonra Kan davalınım Kemal Taş. Benim, Çelebioğlu’nun soyadının geçtiği yerde
gölgen düşerse o an kafanı sıkarım. Bunu bil!” derken parmağını Kemal Bey’in
göğsüne vurmuştu. “Seni şimdi gebertmiyorsam oğlumun hatırına. Oğlumun seni ne
kadar sevdiğini herkesten çok duydum. Oğlumun sevdiği bir şeyi şimdi
öldürmeyeceğim. Ama bir hatana bakar Kemal Taş. Bir hatanla seni gebertirim.
Allah şahidim olsun gebertirim”
* *
Temmuz
ayında yağmur yağar mıydı? Bugün yağıyordu. Hem de o kadar çok yağıyordu ki,
cenazeye katılan herkes gökyüzünün de Toprağa verilecek olan çocuk için
ağladığını düşünmeye başlamışlardı. Musalla taşındaki yeşil örtülü tahta
tabutunun önünde beyaz cübbesiyle imam duruyordu.
Daha
yeni getirmişlerdi tabutu. İmam arkasını dönüp kalabalık cemaate bakarken
şaşırmadan edememişti. İntihar eden insanın cemaati pek olmazdı. Günahtı çünkü.
“Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Bugün burada, Serhat kardeşimizin cenaze
namazını kılmak üzere toplandık. Allah rahmet yelesin, mekanını cennet eylesin.
Ancak unutmayalım ki, her birimiz Allah’ın koyduğu sınırlar içiresinde
yaşamakla yükümlüyüz. Kur’an-ı Kerim’de ‘Allah, bize ‘e kendiniz öldürmeyin.
Şüphesiz Allah, size karşı merhametlidir’ diye buyurur. Bu yüzden, Serhat
kardeşimizin bu eylemi, bizlere, yaşamın kutsallığı konusunda tekrar düşünmemiz
için bir uyarı olmalıdır.”
İmam
duraksamıştı. Ön safta duran iki adama baktı. İkisi de arkasında yatan çocuğun
babasıydı. İmam bu cenaze namazını kılmak istememişti. İntihar edenin cenaze
namazı kılınmazdı ama başından geçenleri öğrendiğinde imamın da canı yanmıştı.
Çocuğun daha on sekiz yaşında olması ve başından geçen her şeyler her insanın
dayanamayacağı şeylerdi.
İmam
iki adamdan gözlerini alırken, en dipte mazlum gibi duran mavi gözlü adama
gözleri gitmeden duramamıştı. O da ön saftaydı ama o kadar uzak bir yerdeydi
ki, sadece mavi gözleri dolu dolu parlıyordu. İmamın sesi yumuşamıştı.
“Rabbimiz,
serhat kardeşimize merhametini esirgemesin, onun günahlarını affetsin. Ailesine
ve sevdiklerine sabırlar versin. Bizlere de hayatın değerini anlama ve
zorluklar karşısında sabırlı olma gücü ver. Allah’ım, bizi doğru yolda sabit
kıl ve bize merhamet eyle. Âmin.” Demesiyle cemaattin hepsi bir ağızdan ‘Âmin’
demişlerdi.
İmam
cenaze namazını kıldırdıktan sonra cemaatin helalliğini de alıp, gömülecek olan
aile mezarlığına doğru çıkmışlardı.
Mezarlık
fazla kalabalıktı. Yer çoktan eşilmişti. Toprağın üstünde tahtalar duruyordu.
Tabutu taşıyan kişiler. Altı kardeşti. Aziz en arkadaydı. Kardeşinin tabutuna
eli gitmemişti.
Rahmi
bey ise, öylece bakıyordu. Kızını gömerken gibi hissetmiyordu. Oğlunu
tanıyamamıştı bile daha. Tanıyamadan toprağa verecek olması canını yakmıştı.
Kemal
Bey ise yere çökmüş öylece duruyordu. Kan davalı olmuşlardı ama bu cenaze günü
sadece birbirlerinin boğazına yapışmıyorlardı.
Rahmi
Bey, gerçeği oğullarına söylemeye dili varmamıştı. Kardeşinizin ölümüne sebep
olan bu şahıs diyememişti. Diyebilecek halde de değildi. Artık bir evladını da
kaybederse kalpten gideceğini biliyordu. Şu an bile nasıl ayakta durduğunu bir
Allah bir de kendisi biliyordu.
Oğulları
tabutu yere koyup, kapağını açarken imam önderlik ediyordu.
“Açın
yüzünü bir kere göreyim!”
Rahmi
Bey, karısının feryadıyla gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Aram annesine koşmuştu
hemen. Şilan Hanım ise imama bakıyordu.
“Oğlumu
bir kere göreyim ne olursunuz!” diye bağırmasıyla herkes göz yaşlarına
boğulmuştu. Ama ne Cemaatteki insanlar biliyordu gerçeği ne de İmam. Şilan
Hanım oğlunu ilk defa görecekti. İlk defa yüzünü görecekti oğlunun. Bir
fotoğrafla değil de gerçekten yüzünü görecekti ki. Çelebioğlu’nu en çok üzende
buydu.
İmam
başıyla kabul ettiğinde, İhsan’ın elleri kardeşinin beyaz kefenine gitmişti. Elleri
titreye titreye kefenin başını açtığında, mezarlıkta kocaman bir feryat
kopmuştu!
“OĞLUM!”
Şilan
Hanım’ın hemen kefenin yanına gidip oğlunun yüzünü avuçlamasıyla, herkes
gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Şilan Hanım oğlunun yüzünün her yerini öpüyordu.
Yusuf
hızla ayağa kalkıp, uzaklaşamaya başladı. Dayanamamıştı bu acıya. İkizi Aras
ise kardeşinin arkasından dolu gözlerle bakarken, Miran hızla annesinin yanına
gelip koluna girdi.
“Hadi
anne, bırak. Bırak kardeşimi.” Derken sesi titriyordu.
Kalabalık
dayanamamıştı. Herkes gözlerini kapatıp bu olay olmuyormuş gibi davranırken,
Şilan Hanım kocasına dönmüştü.
“Koruyacağına
söz verdin bey!” diye bağırmasıyla, Rahmi Bey’in boğazında yumru oturmuştu.
Miran
annesini zorla kaldırıp uzaklaştırırken, İhsan ağlayarak kardeşinin yüzünü
yeniden kapatırken kardeşinin ne kadar beyaz olduğuna şaşırmadan edememişti.
Çocuğun yüzünde huzur ve nur inmiş gibiydi. Yüzünü kapattığında imam sayesinde,
kardeşini toprağa verirken hiçbir abisi konuşmamıştı. Günlerce ‘Öldürüldü.’
Diyen Aziz bile öylece kardeşinin üstüne toprak atmıştı.
Kimse
konuşmadan cenaze tamamlarken sadece ağlama sesleri duyuluyordu. İmam son
duasını da okuyup gittiğinde, cemaat tek tek baş sağlığı dileyip giderken, Aziz
ve Şilan Hanım toprağa saplanan tahtanın başında oturmuşlar toprağı
okşuyorlardı. Yağmurdan ıslanmak bile umurlarında değildi.
Bütün
cemaat gittiğinde, tek bir kişi kalmıştı.
Devrim
Ağa’dan başkası değildi. Çelebioğlu fertleri gerilmişti. Tek gerilmeyen kişi
Aziz ve Şilan Hanım’dı ki ikisinin de dünya yansa umurunda değildi.
Devran
Ağa yavaşça Rahmi Ağa’nın tam karşına geldi.
“Başın
sağ olsun, Rahmi Ağa.” Derken sesi boğuktu.
Rahmi
Bey karşısındaki genç adama bakarken, Erhan Bey’den aldığı saat aklına
gelmişti.
“Dostlar
sağ olsun.” Derken cebinde dünden beri duran gümüş saati çıkarıp.
“Oğlumun
üstünde bulmuşlar, Devran Ağa. Babanın saatidir. Buyur. Benim oğlanın
alışkanlığı var kusuruna bakma. Hakkını da helal et he mi?”
Rahmi
Bey’in dedikleriyle, Devran Ağa donmuştu. Günlerce aradığı saat mera
gözlüsündeydi demek. Rahmi Bey’in uzattığı saati eline alırken gözleri
dolmuştu.
Bu
saat her elinden çıkıp geri geldiğinde, sevdiği birini kaybediyordu. Devran Ağa
saatti öpüp, Rahmi Bey’e başını salladı.
“Hakım
helali hoş olsun. Asıl benim ondan helallik almam lazım.” Derken geri dönüp,
Aziz ile Şilan Hanım’ın olduğu mezara gitti. Yağmur, toprağı tamamen çamur
etmişti ki, hala bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Oysa, mera gözlüsünün ne
sıcağı ne de fazla soğuğu sevmediğini ilk gün öğrenmişti. Toprağın altının
sıcak olmasını ummaktan başka çaresi yoktu.
Aziz
geleni gördüğünde kaşlarını çatmıştı ki, Devran Ağa gözleriyle, genç adama
perişan halde olan annesini gösterdiğinde, Devran hızla ayağa kalkıp annesini
zorda olsa yaş yerden kaldırmıştı. Devran kendisinden geçmişti ama annesinin
hasta olmasını istemiyordu. Annesini kardeşlerine doğru götürürken gözleriyle
Devran Ağa’nın derdini anlamak istemişti ama Devran Ağa bile derdini
anlamıyordu.
Devran
Ağa baş başa kaldığı mezara bakarken yutkundu.
“Mera
gözlüm yakıştı bu sana?” diye sorarken dudakları titriyordu. “Sen ne güzel
gülüyordun. Bak benden çaldığın saat geri döndü. Ama keşke hiç dönmeseydi de
sen beni yine o düşük çenenle güldürseydin.” Dedikten sonra diz çöktü. Yağmur
suları başından aşağıya akıyordu ama umurunda bile değildi.
Elindeki
gümüş saate bakarken gözleri dolmuştu. Çocuğun bunu çaldığında bile ruhu
duymamıştı. Saat’in üstünde küçük bir çizik bile yoktu. Serhat saate öyle bir
bakmıştı ki sanki yeni gibiydi. Devran Ağa güzünle gülümseyip geri mezara
döndü.
“Mera
gözlüm, umarım o tarafta gerçekten gülersin. Öyle milleti gülümsetmek için
değil. Gerçekten içten bir şekilde gül olur mu? Bir de bana hakkını helal et
olur mu? Delalım.” Dedikten sonra köstekli saatin kapağını açıp çalışan saatte
bakarken, diğer eli mezardaki toprağa gitmişti. Çamur olmuş topraktan birazcık
alıp saatin kapağına koyduktan sonra saati kapatıp, saati de göğüs cebine
koyduktan sonra ayağa kalkıp mezar taşı yerine şimdilik konan tahtanın yanına
gidip tahtaya küçük bir buse kondurup göz yaşlarının akmasına izin verdi.
“Elveda,
Mera gözlüm.”
-------Final--------
Yorumlar
Yorum Gönder