Kan Davası - 26. BÖLÜM
Dünyam Başıma Yıkıldı! - 1
"Yerin üstüne baktım uykuya dalmışlar
altına baktım çürüyüp toprak olmuşlar"
Dörtlükler - Ömer Hayyam
Devran
Ağa sımsıkı sarılırken, Serhat bebekler gibi ağlamaya devam etmişti. Devran Ağa
o tepenin başında ne zamandır durduklarını dahi bilmiyordu. Tek bildiği şey,
çocuğa sımsıkı sarılmaktı.
Serhat’ın
ise ne düşündüğü bile belli değildi. Ağlıyordu. On sekiz yıl sonunda ilk defa
ağlıyordu ve bu çok canını yakıyordu. Tutuklandığı gün dünyanın başına
yıkıldığını sanmıştı ama şimdi anlıyordu. İnsanın dünyasının başına yıkılması
daha derin bir şeydi. Serhat’ın kalbini bir el almış öyle bir sıkıyordu ki
canın acısına bile inanamıyordu. Vurulduğunda bile canı böyle acımamıştı onun.
“SERHAT!”
Büyük
bir bağırışla, Devran Ağa başını kaldırırken, Serhat hala dolu gözleriyle
aşağıya baktığında donmuştu.
Baran
Çelebioğlu öyle bir öfkeyle duruyordu ki, Serhat Çelebioğlu ailesinin öfkesini
daha görmediğine dair bir hissedildi bir an.
Devran
Ağa yavaşça Serhat’tan ayrılırken, bakışlarını arkasına çevirmişti. Serhat
kendilerine doğru gelen Baran abisinin öfkesiyle kalakalmıştı. Dudaklarından
sadece hıçkırıklar çıkıyordu.
“Ulan
şerefsiz!” Baran’ın bağırışı koca tepede yankılanmıştı. “O birinde haklısın
dedik! Ama kardeşimi yedirmem lan sana!” diye bağırırken Devran Ağa’nın önünde
dikilmişti. Ela gözleri öfkeyle Devran Ağa’nın dolmuş gözlerine bakıyordu.
Serhat’ın
aklına başına daha yeni geliyordu. Saatlerdir öylece etrafta dolanmıştı.
Endişelendirmişti herkesi. Baran abisinin öfkesinin kendisinin kaybolmasının
sebebi olduğunu anlamıştı.
Devran
Ağa ise, elinin tersiyle yüzündeki yaşları silerken. “La it, siktir git. Belanı
bulma benden.”
Serhat,
Devran Ağa’nın dedikleriyle endişelenirken, Baran’ın boğazındaki damarlar daha
çok belirmişti. Eli bir anda beline gidip silahını çektiği gibi Devran Ağa’nın
göğsüne dayadı.
“Bir
daha de hele! Ulan hakkınızdır dedik. Kanı akıtınız hakkınızdı! Ama bir kan
daha akıtırsan burada yemin ederim o toprağa bile koymam seni POLATLI!”
Devran
Ağa soyadını duymasıyla kendisi de sinirlenmişti. “Sık lan! Götün yiyorsa sık!
Babanın korkusundan bile bacının cenazesine gelemedin sen ulan! Beni mi
vuracan? Babanın gölgesinden çık hele sen ondan sonra vurursun!”
Devran
Ağa’nın sözleriyle, Baran silahın emniyetini açmıştı bile. Baran’ın gözleri
öfke ve nefretle bakıyordu.
Serhat
titreyen dudakları yüzünden konuşabileceğini bile düşünemiyordu. Baran abisine
korkuyla bakıyordu. Devran Ağa’nın sözleriyle, o ela gözleri daha koyulaşmıştı.
Serhat abisinin elinin tetiğe gittiğini görünce nereden bulduğunu bilmediği
güçle hızla abisinin elini tutup havaya kaldırmasıyla, koca Midyat’ı bir kurşun
sesi delip geçmişti.
Devran
Ağa şokla bakarken, Baran ise kardeşinin ağlayan yüzüne bakarken inançsızlıkla
doluydu. Avukatından duymuştu. Serhat çocukken bile ağlayan bir insan değilken,
neden ağlıyordu kardeşi?
Serhat
ise hala ağlarken abisinin elini sıkıca tutmuştu. Havada tutukları silah
umurunda bile değildi.
“Ya-Yapma…”
Serhat’ın titreyen dudaklarıyla dedikleriyle, Baran’ın bütün öfkesinin yerine
büyük bir endişe almıştı.
“Abicim
neden ağlıyorsun sen? Bu şerefsiz mi bir şey yaptı sana?” diye sorarken gözleri
bir an arkalarında şokta olan Devran Ağa’ya gitmişti.
“Ağam
iyi misin?” diye endişeyle koşan Kılıç’ın sesiyle, Devran Ağa’da daha yeni
şokundan çıkmıştı.
Devran
Ağa bir an hala ağlayan Serhat’ın yüzüne bakıp daha sonra ise Baran’a baktıktan
sonra hızla Kılıç’ın yanına gitti.
“Konağa
girek!” diyerek arkada silahlarını çıkarmış bekleyen adamlarına başlarıyla
silahlarını geri yerlerine koymalarını işaret edip hızla yokuşu inmeye
başlamıştı.
Kılıç
bir an Serhat’ın yüzüne baktıktan sonra hızla Ağa’sını takip etti.
Onlar
giderken, Baran hızla silahını beline geri koyup Serhat’ın ağlayan yüzünü
avuçlamıştı.
“Paşam,
ne oldu hadi bana de hele? Bir yerin mi acıyor? Gözlerini kızartacak kadar ne
kadar ağladın sen?” diye sorarken Serhat’ın dolu dolu olan gözleri panikle
etrafına bakıyordu.
Serhat
neden ağladığını ölse söyleyemezdi. Bu öğrendiklerini kimseye söyleyemezdi.
Muhatabı dışında kimseyle konuşamazdı. Olmazdı. Her şeyi babasına sormadan
kimseye anlatamazdı. Serhat kendisine endişeyle bakan abisine bakıp dudaklarını
aralayıp,
“E-Eve
gi-delim.” Demişti.
Baran
kardeşinin sözleriyle başını sallayıp hemen arkasında bekleyen korumalarına
işaret verirken, Serhat’ın koluna girip yokuştan aşağıya inmeye başlamışlardı.
Serhat
konuşmuyordu bile ki, Baran içinde bu garip bir durumdu. Bu çocuk iki gündür o
kadar çok konuşuyordu ki, kardeşinin bu sessizliği onun canını yakıyordu.
Baran,
Serhat’ı arabaya bindirdikten sonra kendisi de yanına oturmuştu. Serhat başını
eğmiş hala içli içli ağlıyordu.
Baran,
kardeşini bu hale getiren şeyin ne olduğunu öğrenmeden rahat durmayacaktı. Her
zaman gülen, gülümseyen çocuğun ağlamasına neyin sebep olduğunu öğrenecekti.
Şoför
arabayı çalıştırıp, Çelebioğlu konağına doğru giderken, Serhat ise inkardaydı.
Babası
böyle bir şey yapamazdı! Yapmazdı!
Annesine
çok aşıktı babası. Onların aşkları peri masallarından bile daha güzel ve
mükemmeldi. O kadar mükemmel bir aşktı ki, asla birbirlerinden kopamazlardı.
Annesi
öldüğünde babası yıllarca kendisine gelememişti.
Serhat
bunun yalan olduğunu inanamazdı!
Annesi
melek gibi bir insandı. Onu kim niye öldürmek isterdi ki?
Yanlışlık
olmalıydı.
Komplo
olmalıydı.
Babası
suçlu olamazdı! Olsaydı anlardı. Anlardı.
Serhat
bunu kabul etmeyecekti. Babası bile bilmiyordu bunu. Bilseydi bu işin
arkasındaki adamları da tutuklatırdı. Evet, babası asla annesinin katilerini
dışarda bıraktırmazdı ki! Babası da bilmiyor olmalıydı bu olayı.
Serhat
titrek titrek nefes alırken ellerini sımsıkı sıkmıştı. Ellerinin üstüne düşen
göz yaşları canını daha çok yakıyordu.
Araba
konağın önünde durduğunda, ilk önce Baran inmişti. Kardeşine sarılmak istese de
çocuğun öylece sessizce ağlaması onu daha çok üzüyordu.
“Hadi
kardeşim evimize geldik.” Demesiyle, Serhat arabadan yavaşça inmişti.
Korumalar
konağın kapısını açmışlardı.
Dilan
Hanım kapının önünde bekliyordu. Begüm ve Enes’te endişeyle kadının
arkasındaydılar. Serhat’ı bulduklarını öğrendikleri an heyecanla beklemişlerdi.
Baran’ın
arkasından konağın kapısından geçtiğinde, Baran hemen kenara geçmişti ki, Dilan
Hanım o sabah onları heyecanlı ve komik halleriyle güldüren çocuğun yerine
kırılmış bir çocuk görmeyi beklemiyordu.
Koca
avluda büyük bir nefes sesi yankılanmıştı. Begüm şokla Serhat’a bakarken, Enes
ise donmuştu.
Serhat’ın
gözleri ise Dilan Hanım’dan Begüm’e gitmiş ondan sonra Enes’in donmuş yüzüne
gitmişti. Serhat, çocuk arkadaşının donmuş haline gülmek istedi. Enes’i kolay
kolay bu halde göremezdi. Titreyen dudaklarını zorla iki yana gerdirip zorla
gülümserken hala yanaklarından göz yaşlarının yol aldığını biliyordu.
Yavaş
adımlarla yürüyüp, Enes’in önüne geldiğinde, Enes yutkunmuştu ama Serhat
kendini zorla gülümsetip. Yıllardır içinde biriktirdiği, her duyduğunda onun
içinde acı veren sözleri söyledi.
“D-Duygusuz
bir piç değilmişim dimi?” diye sorduktan sonra hızla koşarak avlunun
kenarındaki merdivenlere koşup odasının bulunduğu kata çıkmıştı.
Enes
ise duyduğu sözlerle gözleri dolmuştu. Arkadaşının hiçbir zaman
ağlayamayacağını düşünüyordu.
Dilan
Hanım ise kardeşine bakıyordu.
“Ne
oluyor Baran?” Dilan gerçekten endişeleniyordu. Çocuk buraya geleli üç gün
olmuştu ve üçüncü günün sonunda kaybolmuş ve başına bir şey gelmiş gibi
ağlarken buluyorlardı çocuğu. Serhat’a bir şey olursa kendisini asla affetmezdi
Dilan.
Baran
geri plana attığı öfkesini yine gün yüzüne çıkarıp.
“Çalışma
odasında konuşalım.” Diyerek hızla Serhat’ın çıktığı merdivenlerden çıkmaya
başladı.
Dilan
Hanım kardeşinin peşinden giderken, Enes hızla Begüm’e dönmüştü.
“Serhat
ağlıyor dimi?” Begüm’ün şokla sorduğu soruyla, Enes’in çenesi kasılmıştı.
“Kendi
gözlerinle gördün işte.” Dedikten sonra hızla merdivenlere çıkmaya başladı.
Begüm,
Enes’in çıkışıyla donakalmıştı.
“Ne
kızıyorsun be! Serhat’ın ağladığını ilk defa görüyorum.” Dese de, Enes hızla
Serhat’ın yanına gitmek için merdivenleri çıkmaya başlamıştı. Çalışanlardan en
üst kata olduğunu biliyordu.
İkinci
kata geldiğinde, köşedeki kapının açık olduğunu görünce kaşlarını çatmıştı.
Yavaş adımlarla sarı ışığın geldiği kapısı aralık odaya geldiğinde, odada bebek
beşiği ve yanında durup ağlayan arkadaşını görünce yutkunmuştu.
Odaya
girdiğinde, Serhat başını kaldırıp gelene bile bakmamıştı. Enes odaya girip
kapıyı yavaşça kapattıktan sonra yavaş adımlarla Serhat’ın yanındaki boş yere
oturup beşikteki bebeğe bakmaya başladı. Bebek uslu uslu uyuyordu.
Serhat
sessiz sessiz ağlarken, Enes’te nefeslerini sessizce alıp veriyordu.
“Kemal
amcaya mı bir şey oldu?”
Enes’in
sessiz bir şekilde sorduğu soruyla, Serhat’ın titreyen dudaklarından sessiz bir
hıçkırık koptuğunda, Enes korkuyla arkadaşının yüzüne bakarken, Serhat
bakışlarını bebekten alıp Enes’in endişeli yüzüne baktı.
“H-Hayır.
O-Olmadı.” Serhat’ın fısıltıyla dedikleriyle, Enes içinde korkuyla tutuğu
nefesi geri dışarı vermişti.
Enes
korktuğu şeyin olmadığını öğrenince rahatlamıştı ama şimdi daha büyük bir sorun
vardı. Kemal amcaya bir şey olmadıysa, Serhat neden bu haldeydi? Serhat’ı bu
kadar üzen şey ne olabilirdi ki?
“Özlem
mi?” diye sorarken, Enes’in aklına başka birisi gelmiyordu.
Serhat,
eski sevgilisinin ismini duyduğunda daha çok ağlamaya başlamıştı. Enes,
arkadaşının sessizce göz yaşlarını akıtmasını izlerken içi gidiyordu. Serhat
öyle içli içli ağlıyordu ki yüreğini dağlıyordu. Arkadaşının birini
kaybettiğine emindi.
“A-An-nem.”
Serhat titreyen sesiyle fısıldarken, Enes ise duyduğuyla dona kalmıştı.
“Hangisi?”
Enes cidden anlamıyordu. Serhat onu büyüten annesini mi söylüyordu yoksa onu
doğuran kadın için mi böyle demişti anlamamıştı.
Serhat
bu soruyla kıkırdamadan edememişti. Hayatı öyle bir karmaşıklığın içindeydi ki,
arkadaşının tek sorusuyla hayatının ne kadar karmaşık olduğunu anlamıştı. Oysa
her şeyi olduğu gibi kabul ederse ona bir şey olmaz sanıyordu. Ama öyle
değildi. Serhat, Enes’in bacağına elini koyup kendini zorla kaldırırken beşikte
yatan bebeğe acıyla tebessüm edip, kapıya doğru yürümeye başladığında, Enes’te
hızla ayağa kalkmıştı.
Serhat
tahta kapıyı yavaşça açıp koridora çıkarken elinin tersiyle göz yaşlarını
silmeye çalıştı ama ne kadar silerse silsin yenisi hemen çenesine doğru yol
almaya başlıyordu.
Serhat
hızla yukarı çıkıp odasına girerken hala durmayan göz yaşlarını durdurmaya
çalışıyordu. Odasına girdiğinde, hızla dolabın yanına koyduğu mor valizine
gidip, valizinin fermuarını açıp içinden pasaportunun bulunduğu küçük çantasını
hızla eline almıştı.
Mor
valizini öylece kenarda koyup, hızla odasından çıktı. Sabahtan beri yemek
yememişti bile. Hızla merdivenlerden aşağıya indiğinde, koca avluda sadece
Begüm’ü bulmuştu dolu yeşil gözleri.
“Serhat!
Nereye gidiyorsun?” diye sormuştu Begüm şüpheyle, Serhat’ın haline bakarken.
Serhat,
Begüm’ün endişeli yüzüne bakarken dudağını dişledikten sonra derin bir nefes
alıp.
“Babamın
yanına gitmem lazım. Onlarla vedalaşamadığım için üzgün olduğumu söyle.”
Dedikten sonra hızla konağın kapısını alıp dışarı çıktığında korumalar hemen
Serhat’a dönmüştü.
“Küçük
ağam nereye gidersiniz?” diye soran iki korumayla Serhat kayıp bir çocuk gibi
iki taraftaki yola bakıp.
“Bir
araba verebilir misiniz?” diye sormasıyla, koruma başını sallamış hemen kapının
önünden gidip garaj tarafına doğru giderken, konağın kapısı yeniden açılıp
dışarıya Begüm çıkmıştı.
“Kemal
amca Monako’da Serhat. Farkındasın değil mi?” diye sormasıyla, Serhat öyle bir
sert bir şekilde Begüm’e dönmüştü, Begüm yutkundu. Dolu dolu olan su yeşil
gözleri öfkeyle yanıyordu.
“Begüm,
lütfen buna karışma.” Demesiyle, Begüm anlamayarak kaşlarını çatmıştı.
“Kendi
halinin farkında mısın sen? Bu halde gidemezsin. Hiçbir uçağa almazlar bile
seni bu halde!” Begüm’ün sert çıkmasıyla, Serhat’ın çenesi kasılmıştı.
“Parasıyla
değil mi?” diye sormasıyla, Begüm gözlerini kısmıştı. Serhat’ın ilk defa bu
kadar sert konuştuğunu görüyordu. “Uçak şirketini satın alırım beni almazlar.”
Derken önünde duran arabayla hızla arabanın önünden dolanıp sürücü koltuğunun
yanına otururken, şoför koltuğundaki korumaya dönüp.
“Havalimanına
sürer misin?” diye sorarken, hızla cebinden telefonunu çıkarmıştı.
Koruma
Baran Ağa’sına haber vermek istese de küçük ağasının da emirini yerine getirmek
zorundaydı. Arabayı çalıştırıp hızla havalimanına doğru sürerken, Serhat’a
internetten kendine uçak bileti alıyordu.
Serhat
en yakın uçak biletini almıştı.
Araba
bir saate havalimanına geldiğinde, Serhat hiç düşünmeden arabadan inmişti.
Korumaya bir teşekkür bile etmemişti. Hızla gitmeliydi. Babasının yüzüne bakıp
sormadan rahat edemeyecekti. Hızla havalimanın bilet yerine gelip, biletini
kestirdikten sonra uçağa binmişti.
Telefonu
sürekli çalıyordu. Telefonunu tamamen kapatıp pantolonun cebine koyarken,
cebinde hissettiği soğuklukla, eli soğukluğu kavramıştı.
Cebinde
çıkardığı yuvarlak gümüş köstekli saatle burnu sızlamıştı. Devran Ağa’dan
çaldığı saatte onla birlikte gidiyordu. Serhat hüzünle gülümserken cebine geri
koyup, cama döndü.
Uçak
iki dakika sonra kalkarken elleri yumruk olmuştu.
Gidiyordu.
Mutlu ve heyecanla geldiği şehirden ağlayarak gidiyordu.
Kader
cidden onunla büyük oynamıştı.
* *
“Baba,
lütfen bağırma!” Enes telefondan babasıyla konuşurken, dama çıkmıştı.
“Bağırma mı! Ulan yaptığın şey vatan hainlik! Nerede
senin o ekürin? Onu bana ver! Bu senin aklına gelecek iş değil! Serhat’la
konuşacağım!” Babasının
sözleriyle Enes gözlerimi sımsıkı yumup açarken aşağıda kopan kıyametten daha
yeni kaçmıştı.
Serhat’ın
gittiğini öğrenen Dilan Hanım hemen babasını aramıştı bu da büyük olay
çıkarmıştı. Begüm ise kızgın bir şekilde söyleniyordu. Baran ise, Devran
Ağa’nın yanına gitmişti hesap sormaya.
Enes,
Serhat’ın sonunda yıkıldığını anlamıştı. Öyle büyük bir şekilde yıkılacağından
korkardı hep. Ama arkadaşı yine onu şaşırtmıştı. Öyle sessizce yıkılmıştı ki,
neye yıkıldığını bile bilmiyordu.
“Serhat
burada değil.” Enes’in sözleriyle karşı tarafta kısa bir an sessizlik
yaşanmıştı.
“Serhat Mardin’de değil derken?” Babasının sorusuyla Enes bir an
damdan aşağıdaki avluya baktı. Avlunun içinde korumalar kaynıyordu. Serhat’ın
peşine takılıp takılmayacaklarını bile bilmiyordu adamlar.
“Babasının
yanına gitti… Baba, Serhat ağlıyordu.” Enes’in söyledikleriyle karşı tarafta
uzun bir sessizlik oldu.
“Laptopu kendisi istedi dimi?” Babasının sorusuyla, Enes’in
kaşları çatılmıştı. Enes anladığı şeyle yutkundu. Serhat laptopta neye baktıysa
ondan sonra kötü olmuştu. O laptopta neye bakmıştı?
“Evet.
Baba biliyorsun değil mi? Serhat’ı yıkan şeyin ne olduğunu biliyorsun.” Enes’in
istemsizce sorgular gibi çıkan sesiyle karşı tarafta derin bir nefes gelmişti.
“Asker yollatıyorum. Begüm’le hemen İstanbul’a
geliyorsunuz! Serhat’a ise yaklaşmıyorsunuz anladın mı beni oğlum!” Babasının sözleriyle, Enes telefonu
sıkmadan edememişti.
Babası
arkadaşına ne olduğunu biliyordu ama yine de söylemeyeceğini anlamıştı.
“Tamam,
baba.” Demekten başka bir şey yapamamıştı. Babasını daha fazla kızdırmak onun
zararına olacaktı.
“Başınıza bela almayın. Laptopu da namusun gibi sakla
herkesten. İstanbul’da geldiğinde görüşürüz.” Diyerek kapattığında, Enes telefonu
cebine koyarken avluya bakmadan edemedi.
Aşağıda
Dilan Hanım’ın bağırışları duyuluyordu. Korumaları fırçalıyordu.
Enes
damın kenarlıklarına yaslanıp derin derin nefes almaya başlarken başını
kaldırıp açık havaya baktı. Seher vakti geliyordu.
“Allah’ım
şu çocuğun yükünü hafiflet ne olursun.”
* *
Beş
saattir uçuyordu. İstanbul’a gelir gelmez hemen Monako uçağı bulmuş buraya
gelmişti. Telefonunu açtığında, kaydı olmayan numaralardan çok arama vardı.
Baran abisi yüz defa aramıştı.
Serhat
havalimanından çıkarken hızla babasını aramayı da ihmal etmedi.
“Oğlum, sen beni arar mıydın? Yeni aile bulunca beni unuttuğunu
düşünmüştüm.”
Kemal Bey’in şaka dolu sözleriyle, Serhat gülmek istese de hala ağlıyordu. Bir
gündür ağlıyordu. Fazla ağlamanın baş ağrısına sebep olduğu söyleniyordu ama
Serhat ağladıkça daha çok ağlıyordu ki, bu göz yaşlarını nasıl durduracağını
dahi bilmiyordu.
“Ba-Baba.”
Demişti, Serhat titreyen sesiyle, Serhat’ın dolu gözleri etrafındaydı.
Kemal
Bey oğlunun titrek sesiyle donmuştu.
“Oğluşum, sen ağlıyor musun? Bi-Biri bir şey yaptı?
Hemen geliyorum ben.” Kemal
Bey’in panik sesiyle, Serhat hıçkırırken, bir taksiyi eliyle durdurup.
“Monako’dayım.
Be-Ben geldim baba. Neredesin?” Serhat’ın sorusuyla, karşı tarafta derin bir
soluk alma sesi oluşmuştu.
“Oteli
hemen mesaj olarak atıyorum. Sen taksiciye göster seni hemen getirir tamam mı?
Başka bir yere uğramadan yanıma gel hemen oğlum.”
“Tamam.”
Dedikten sonra kapattığında, taksiye binmişti. Taksici İngilizce bir şeyler
diyordu ama Serhat dinlemiyordu bile. Babasıyla ne konuşacağını düşünüyordu.
Buraya aceleyle gelmişti ama babasına ne diyecekti? Nasıl sorulurdu bu soru?
İnsana sorulabilir miydi böyle bir soru?
Bilmiyordu.
Mesaj
gelir gelmez. Taksiciye, hemen ekranı uzatmıştı. Taksice Serhat’ın İngilizce
bilmediğini varsayıp hızla arabayı ekranda yazılan otele doğru sürmeye
başlamıştı.
Serhat
ise, hala onu arayan insanları meşgule atmaktan yorulmuştu. Öz ailesinin
aradığını biliyordu.
Onları
endişelendirmek aklında dahi yoktu ama konuşursa ne diyeceğini dahi bilmiyordu.
Kendisi bile ağlamasını durduramazken, onlarla bu halde konuşma istemiyordu.
Taksi,
büyük bir yedi yıldızlı otelin önünde durduğunda, Serhat cüzdanından kartını
uzatmıştı. Taksicinin ücretini ödedikten sonra indiğinde, kapının önünde
endişeyle duran babasını görünce, Serhat’ın canı daha çok yanmıştı.
Kemal
Bey oğlunun arabadan indiğini görünce hemen yanına koşmuştu. Oğlunun ilk defa
ağladığını görüyordu. Kemal Bey, geçmişte oğlu ağlasın diye gitmediği doktor,
çalmadığı kapı kalmamıştı. Oğlu ağlarsa içi rahatlayacaktı. Oğlunda bir sorun
olduğunu düşünüyordu. Ama şimdi oğlunun kızarmış gözlerini ve yanaklarında
ağlamaktan oluşan göz yaşı yolunu görünce kendi gözleri de dolmuştu.
“Oğlum!”
Kemal Bey, Serhat’ın önüne gelip direk sarıldığında, Serhat yüzünü babasının
boynuna gömerken, babasına sımsıkı sarılmıştı.
Kemal
Bey gözlerini sımsıkı kapatırken göz yaşlarını geri göndermeye çalışıyordu.
Oğlunun yanında şu an ağlayamazdı.
Serhat’ın
göz yaşları ise, babasının boynunu ıslatıyordu. Ama Kemal Bey azıcık bile
rahatsız hissetmiyordu. Oğlunun ilk göz yaşlarının böyle olmasını istememişti.
Her hayalinde oğlu ağladığında mutluluktan ağlar sanıyordu ama kader yine ona
başka yeriyle gülmüştü. Oğlunun neden ağladığını dahi bilmiyordu ama bu
ağlamanın mutluluktan olmadığına emindi.
Otelin
tam girişinde baba oğul sarılmışlardı. Otelden çıkan ve giren kişiler bu duruma
şaşırırken ne Kemal Bey’in ne de Serhat’ın umurundaydı bu durum.
Baba
oğul öylece sarılırken, sonunda Kemal Bey oğlundan ayrılmaya güç bulmuştu.
Yavaşça ayrılırken oğlunun yüzünü avuçlamıştı. Serhat’ın yüzü kalp şeklindeydi.
Hafif sivri çenesi olduğu halde her zaman Kemal Bey’in avucuna sığardı.
Serhat,
babasının koyu kahvelerine dolu olmuş su yeşili gözleriyle bakarken, Kemal Bey
parmak uçlarıyla oğlunun göz yaşlarını silmeye başladı.
“Benim
prensimi ne bu kadar üzdü?” Kemal Bey’in sesi çocuk avutur gibi çıkmıştı.
Serhat,
babasının sorusuyla başını yana doğru eğerken, gözleri öyle bir bakıyordu ki,
Kemal Bey’inde gözleri dolmuştu.
“Bakma
ama bana öyle oğlum. Söyle, ne olursun söyle. O güzel göz yaşlarının akmasına
ne sebepse söyle halledeyim. Seni üzen derdini söyle çözeyim.”
Kemal
Bey’in acıyla dedikleriyle, Serhat titreyen dudaklarını hafif aralayıp
babasının gözlerinin içine tamamen baktı. Serhat böyle bir adamın bunu
yaptığına inanamazdı ama içine düşen o şüphe tohumu yok etmeliydi.
Kemal
Bey oğlunun sonunda, kendisine bu büyük derdi söyleyeceğini anladığında oğluna
pür dikkat kesildiğinde, oğlunun dudaklarından dökülen soruyla donakalmıştı.
Başından aşağıya kaynar sular dökülmüştü.
Kemal Bey’in boğazında koca bir yumru oluşmuştu.
“A-An-Annem,
Annem öldürülmüş. Öldürenlerin arabasının plakası bizim hastaneye ait baba.
Yapmadım de? Ben yapmadı de! Ne olursun söyle?”
Yorumlar
Yorum Gönder