Kan Davası - 25. BÖLÜM

 Ağlar Benim Halime! - 2

"Sevgi her zaman belirli kelimelerle söylenmez. Çoğu defa bir bakış yeter de artar bile..."

Aşka Dair Nesirler - Ümit Yaşar Oğuzcan


“Abi, yapma Allah rızası için.” Miran’ın sözleriyle Aziz başını kaldırıp kardeşinin ela gözlerinin içine baktı.

“Ne yapma ulan! Bu adamı içeri attıracağım! Kardeşimizi çaldılar lan!” Aziz’in çıkışıyla, Miran yutkunurken, abisini takip ederek adliyeye doğru yürüyen abisine inanamıyordu.

Miran inanamıyordu. Abisi sabaha kadar dışarıdaydı. Bir anda eve gelip babasının karşısına çıkmış ben dava açtıracağım demişti. Rahmi Bey ise bir şey dememişti. Oğlu hareket etmeseydi o yapacak gibiydi.

Şimdi ise, Miran abisini vazgeçirmeye çalışıyordu.

“Abi çocuk, bize düşman olur!” diye bağırmasıyla, adliyenin tam otomatik kapısının önünde durmuştu Aziz Çelebioğlu.

Aziz Çelebioğlu’nun gözlerinden gitmiyordu o donuk bakışlı ama sanki dünyaları ona vermişsin gibi mutlu olan çocuğun yüzünü nasıl unutabilirdi. O çocuğun ona kırgın bakmasını kaldıramazdı.

Miran abisinin durduğunu görünce hızla yanına gelip koluna dokunmuştu.

“Abi yapma. Bir dur çocukla tanışalım. Cephe alma hemen. Daha sonra gizli yaparız. Bizim yaptığımızı bile anlamasınlar. Çocuk bilirse yemin billah yanımızda tutamayız.

Aziz’in dolu yeşil gözleri ela gözlere gittikten sonra arkasını dönüp yavaşça arabaya doğru yürümeye başladığında, Miran içindeki o korkulu nefesi bırakmıştı sonunda. Az kalsın abisinin yapacağı hamle onları da yakacaktı.

Miran hızla abisinin yanına doğru yürürken, Aziz arabanın kapısını açıp içine bindiğinde, Miran’da yanına oturmuştu.

Aziz arabayı çalıştırırken, Miran abisine bakmadan edemiyordu. Aziz ise adliyeden hızla çıkarken yola bakıyordu.

“Bilmeyecek.” Demişti sert bir şekilde. “Miran bilmeyecek. Babasını hapse attıranın benim olduğumu bilmeyecek. O adam dışarı da durdukça bize tehdit. Her an kardeşimi elimden alabilecek bir adamı dışarıda bırakmayacağım. Ya öldürürüm ya da sen o çok bildiğin gizli kapaklı işlerden birini yapıp içeri attırırsın!”

Miran abisinin sözleriyle yutkunurken.

“Hallederim. Sana söz abi. Serhat hiçbir şekilde bizden şüphelenmeyecek.” Demesiyle, Aziz bir an yoldan bakışlarını alıp kardeşinin gözlerine bakıp.

Aziz öyle bir gülümsemişti ki, Miran bu gülümsemeden korkmuştu. Abisi öfkeyle gülümsüyordu. Abisinin dedikleriyle Miran yutkunmadan edemedi.

“Öyle olsa iyi olur Miran. Yoksa ilk seni gömerim bu şehre!”

 

*                 *



Serhat kafede otururken baş parmağının tırnağının kenarını ısırmadan edemiyordu. Enes onun çocukluk arkadaşıydı. İstanbul’dan gitmeden önce de büyük bir kavga yaşanmış gibiydi. Enes’in hiç değilse ona kırgın olduğunu biliyordu. O da isterdi ağlamak ama ağlayamıyordu. Ağlamak çok istiyordu. Herkesin önünde hüngür hüngür ağlamak istiyordu ama ağlayamamıştı. Annesinin ölümünün bile bir kaza değil de cinayet olduğunu bilmek sadece onun için karmaşık bir şey yaratmıştı. Enes’in ona yardım etmesine şaşırmadan edemiyordu. Enes ona ne kadar kızarsa bağırsa çağırsa da bir telefon etmesiyle sanki o anlar hiç yaşanmamış oluyordu.

Kafenin cam kapısından içeri giren spor giyinen genç adamın yüzündeki aynı gülümsemeyle her seferinde yanına geliyordu. Yanındaki mini şortla bralet giyinmiş Begüm’ün de yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.

Serhat hızla ayağa kalkarken böğrüne saplanan acıyla nefesi nefes borusunda kalmıştı bir an. Dünden beri canı yanıyordu. Komadan uyandığı günden beri geceleri uykuları haram olmuş gibiydi. Her gece en az üç defa sırılsıklam terlemiş bir şekilde uyanıyordu. Dün de merdivenlerden çıkarken karnının ağrısı resmen ağrılarının başlangıcı gibi olmuştu.

“Aga hem bizi çağırıyorsun hem de yüzünü buruşturuyorsun!” Enes’in sözleriyle, Serhat acısını arkaya attım kocaman gülümseyip, kollarını açarak Enes’e sarıldı.

“O nasıl laf oğlum! Sadece aklıma bir şey geldi.” Demesiyle, Enes’te Serhat’a sıkıca sarılıp ayrılırken kocaman sırıtmıştı.

“Valla, burada somurtması gereken tek kişi var o da benim! Bunu babam öğrenirse beni gebertecek.” Demesiyle Begüm homurdanma gibi bir ses çıkarmasıyla, Serhat’ın su yeşili gözleri Begüm’e dönmüştü.

“Kız, ne güzel olmuşsun böyle!” derken Begüm’ü yumuşatmaya çalışıyordu.

Begüm Serhat’a göz devirip kollarını açarken, “Yıkanmadım bile. Kuaföre ise en son beş gün önce gittim. Yemezler.” Demesiyle, Serhat Begüm’e sıkıca sarılırken kulağına doğru eğilip.

“Sen doğuştan güzelsin kızım, kuaföre ne hacet.”  Demesiyle, Begüm Serhat2ın yanağından öpüp hemen ayrılıp masaya otururken, Enes’te masaya geçmişti. Serhat öpüldüğü yanağını tutup hemen ikisinin karşısına oturduğunda, Enes sırt çantasını çıkartıp içindeki bilgisayar olan ufak çantayı çıkarıp masanın üstüne koyarken, Serhat garsona üç kahve işareti yapmıştı.

“Buraya gelmiş olmana inanamıyorum, Serhat. Bu adamlar seni öldürtmeye çalıştı.” Begüm’ün kısık sesle dedikleriyle, Serhat sadece gülümsedi.

Arkadaşının haklı olduğunu biliyordu. İki ay önce onu öldürmek için her anı kollayan bir aileydiler. Ama kader öyle bir bağ örmüştü ki onlara düşman olması gereken insanlara kanı kaynıyordu.

“Begüm, olan oldu işte. Şu an bunun için burada değiliz.” Enes bunları söylerken önlerine kahveler konmuştu. Serhat kahveye ilk geldiğinde arkadaşlarının ne sevdiğini bildiğinden önceden siparişi vermişti.

“Neyi oldu bitti ya! Ulan bu çocuğu hala katil olarak anıyorlar! Kemal amcanın medyayla davası hala devam ediyor. Gerçek katili yakaladıkları hala, parayla kapattıklarını düşünüyor insanlar. Ve bu kimin suçu! Çelebioğlu’nun! Normalde hemen katilin eşkâlini haber kanalarına vermezlerken, onlar direk fişlediler çocuğu!” Begüm’ün sözleriyle burukça gülümseyip, önüne konan fincandaki kahveden bir yudum aldığında yine böğrü ağrımıştı. Kısık bir nefes alıp.

“Begüm, biliyorum ama şu an bu önemli değil. Enes’in dediği gibi şu an daha büyük bir olayın içindeyiz.” Derken gözlerini Begüm’ün kızgın gözlerinin içinden çekip masanın üstündeki laptop çantasına baktı.

Enes bakışları, Serhat’ın bakışlarını takip ettiğinde yutkunmadan edememişti. Eli hızla hareket edip çantanın fermuarını açıp içindeki laptopu çıkarırken gözlerini Serhat’ın su yeşili gözlerine dikmişti.

Serhat kendisine bakan gözlerin içine bakıp. “Endişelenme sadece bir şeyi teyit edeceğim.” Demesiyle, Enes başını sallayıp laptopu açıp şifresini direk girip, Serhat’ın önüne doğru çevirdiğinde, Serhat laptopun sesini kapatıp hızla MİT teşkilatının arşivine girdi. Annesin öldüğü gün Mobese kameralarının bozuk olduğunu söylemişlerdi ama Serhat artık buna da inanmıyordu. Onun arkasından ne sırlar sakladıklarını öğrenecekti. 

‘9 Ekim 2014’ yazdıktan sonra epey bir bilgi çıkmıştı ama onun gözleri yan taraftaki Mobese kameralarındaydı. İstanbul D.020 yazdıktan sonra annesinin öldüğü o kavşak yolunu buldu. Hızlıca o günün kamera kaydını açarken, geceden başlamıştı video.

Enes ve Begüm kahvelerini sessizce içerken Serhat’a dokunmamışlardı. Bu bilgisayarı neden istediğini ikisi de bilmiyordu ama onların bilmesi gereken bir şey olsaydı Serhat’ın söyleyeceğine inanıyorlardı.

Serhat ise kayıttı ileriye alırken, ikindi vaktine geldiğinde yavaşlamıştı. Gözleri dikkatle kayıttı izlerken, saat dilimi 18:39:23’e geldiğinde, yolun bomboş olduğunu görünce, bu yolu kimsenin kullanmadığı aklına gelmişti. Uzak bir yoldu. Hiç değilse İstanbullular için sürekli kullanılan bir güzergâh değildi. Yolda annesinin o kan kırmızı arabasını gördü. Ellerini istemsizce sıkmıştı. Araba kırmızı ışıkta durmuştu. Serhat kayıttı yaklaştırıp annesinin görünen yüzüne baktığında dudakları titremişti. Kırmızı ışık yeşile geldiğinde, öndeki kırmızı araba çalışıp tam düz gidecekti ki, dönemeçten bir anda büyük bir tır kırmızı arabaya öyle bir çarpmıştı ki, Serhat başından aşağı kaynar sular dökülmüştü bir an. Annesinin kırmızı 72 kasa Mustang darbe etkisiyle bir anda uçmuştu. Annesinin arabası bir anda yan taraftaki duvara uçarken, araba preslenmişti.

Serhat on yıl sonra ilk defa annesinin gerçekten de elinden alındığını yeni fark etmişti. Canı yanıyordu. Çok kötü bir şekilde canı yanıyordu. Farkında bile değildi, su yeşili gözleri dolmuştu. Dolduğu için su yeşili gözlerinin rengi koyu yeşile dönmüştü.

Tır durduğunda, şoför hızla inip annesinin arabasının yanına doğru giderken köşedeki siyah pasaattan siyah takım elbiseli adam çıkmış yavaşça tır şoförünün yanına gelmişti. Bir şeyler konuşuyor gibiydiler. Yol bomboştu. Bir siyah passatt bir de tır ve annesinin arabası vardı. Siyah takım elbiseli adam göğsünden bir şey çıkarıp tır şoförüne verdikten sonra hızla passatına binip geri dönerek yoldan giderlerken, Tır şoförü ise elindeki zarfın içine bakıp tırına geri binmişti. Serhat hızla annesinin ezilmiş arabasından gözlerini alıp videoyu geriye alıp siyah passat’ın plakasını alıp, hemen yeni sekme açıp Trafik şubenin sistemine girip plakayı girdiğinde, hızla bilgiler çıkmıştı.

‘HappyHospital A.Ş.’ kayıtlı olduğunu görünce donmuştu.

Kendi hastanelerine kayıtlı arabanın annesinin katilerinde ne işi vardı. Serhat dehşetle başını ekrandan çıkarıp önünde oturan telefonlarına gömülmüş iki arkadaşına baktıktan sonra hemen cebinden flaş çıkartıp bulduğu her şeyi flaşına gönderdikten sonra her şeyi bilgisayardan silip geçmişi tamamen temiz ettikten sonra bilgisayarı kapattığında, oluşan sesle Enes başını kaldırmıştı.

“Baktın mı kanka?” diye sorarken Serhat başını eğmiş elindeki flaşa dolu dolu gözlerle bakıyordu.

“Ba-Baktım.” Derken hızla ayağa kalkmıştı. Elindeki flaşı sımsıkı tutarken böğründeki acıyı bile umursayamıyordu şu an. Öğrendiği her şeyin başına yıkılmıştı.

“Nereye?” diye soran Begüm’de Serhat’a soru dolu gözlerle baksa da, Serhat dolmuş gözlerini arkadaşlarından saklamak için hızla başını eğip.

“Bi-Bir dışarı çıkacağım. Telefonla görüşmem gerek. Gidiyorum.” Derken sesindeki tedirginliği ve aceleciliği iki arkadaşı da fark etmemişti.

Enes bilgisayarı alıp direk çantaya koyarken başını sallayıp. “Tamam aga biz seni bekliyoruz.” Dese de Serhat hızla kafeden çıkmıştı. Kafeden çıkar çıkmaz dolu olan gözlerinden yavaşça yanaklarına doğru küçük damlalar yol almaya başlamıştı.

Serhat hızla yürürken elindeki flaşı canı pahasına tutuyordu. Kafeden uzaklaştığında, bu bilmediği koca şehrin içinde koşmaya başlamıştı. Yüzündeki göz yaşların sürekli yenisi peydah olurken dudaklarından hıçkırıklar kopuyordu.

Serhat’ın her adımı sanki o on sekiz yıl boyunca biriktirdiği her acıyı da bu taşlı yollara bırakıyor gibiydi. İlk geldiğinde korktuğu sokaklara acısını bağırarak teslim ediyordu. Sanki, göz yaşları bile biliyormuş gibi on sekiz yıl sonra ilk defa güvendiği insanlar yerine en tedirgin olduğu yerde kendilerini bırakmışlar gibiydiler. Oysa, Serhat ağladığı gün sevineceğini söylerdi. Herkesin yanında ağlayacağını kendine söylüyordu ama şu an öyle değildi. Kendisine verdiği her sözü yutmuştu. Göz yaşlarını kimseye göstermemek için hızla koşuyordu.

Kaçıyordu.

Evet, Serhat Taş kaçıyordu.

Bugün anlamıştı Serhat. Güvendiği insan için çabalamıştı bunca yıl. Onun için bir kez bile kendini salmamıştı. Onu dik tutmak için çalışmışken, bütün bildikleri yalan olmuştu. Annesini, babasının öldürtmüş olabileceğini düşünmek dahi istemiyordu.

Bu gerçekten kaçıyordu.

Serhat, Midyat’ın içindeki o dar sokaklarda hıçkıra hıçkıra ağlarken koşmaktan başka bir şey yapmamıştı.

Serhat Taş, kendinden kaçıyordu…

**

Midyat ayağa kalkmıştı. Daha doğrusu Çelebioğlu aşiretinin bütün adamları tek bir çocuğu arıyordu.

Konağa getirilen Enes ve Begüm karşılarındaki hükümet kadını gibi duran Dilan Hanıma bakarken korkmadan edemiyorlardı.

Serhat bir anlık telefonla konuşmak için dışarı çıkmıştı ama çıkış o çıkış olmuştu. Serhat Taş kaybolmuştu. Nereye gittiğini bile kimse bilmiyordu. Telefonun sinyalinden bulmaya çalışmışlardı ama telefonu da kapalıydı. İki arkadaşı ise Baran Çelebioğlu alıp konağa getirmişti. Kendisi ise şu an dışarda kardeşini arıyordu.  

Dilan Hanım korumalara emir verirken bu durumun babasının kulağına gitmemesi için çalışıyordu. Bir çocuğu koruyamadıklarını öğrenirlerse Rahmi Çelebioğlu bu Mardin’i başlarına yıkarlardı.

“Allah’ım sen o çocuğu koru ya rabim.”

Dilan Hanım’ın mırıldanmasını duyan Begüm endişeyle, Enes’e bakarken Enes ise telefonunu sürekli arayan babasını meşgul atmaktan kalbi panikle atıyordu. Babasının onu öldürmesinden önce Serhat’ın nerede olduğu öğrenmek daha önemliydi.

Begüm ise hiçbir şey soramıyordu. Bu şehri ne kendisi ne de Enes bildiğinden elleri kolları bağlı bir şekilde burada kalmışlardı. Gece on ikiye geldiği halde Serhat’ın hala kayıp olması iki arkadaşı da endişelendiriyordu.

Enes’in, Begüm’e güven vermek için söylediklerine, söyleyen kişi bile inanmıyordu. Nasıl inanabilirdi ki? Serhat’ın son zamanlarında sadece başına bir şeyler gelirken kim bu sözlere inanabilirdi?

“Bir şey olmayacak. Serhat bu.”


-


Devran Ağa akşam konağına arabayla giderken, ön tarafta oturan Kılıç Midyat’ta dolanan Çelebioğlu’nun adamlarıyla kaşlarını çatmadan edememişti.

“Ağam, sanırım Çelebioğlu’larında bir şey olmuş.” Demesiyle Devran başını kucağındaki telefondan bakışını alıp kaldırıp camdan dışarı baktığında kaşlarını çatmıştı.

“Sor bakalım, neye deli dana gibi dolanıyor bu itler?” diye sormasıyla, Kılıç Ağa’sının dediğini harfiyen uygulayıp arabadan inip korumalardan birini durdurup sorusunu sorarken, Devran ise mavi gözlerini kısmıştı.

Çelebioğlu’larının içine giren su yeşili gözlü ufaklığını düşünmemek için sürekli kafasını meşgul etmeye çalışıyordu. Düşünürse Allah’ın onu buraya ona ceza olarak gönderdiğine daha çok emin oluyordu. Allah bu dünyada yapılanı öteki tarafa bırakmıyordu. Serhat’ın da ona bu kadar benzemesinin tek sebebinin bu olduğunu biliyordu.

Kılıç arabaya binip, arabayı çalıştırırken Ağa’sına öğrendiklerini söylemekten bir an çekindi ama mecburdu bu haberi söylemeye.

“Ağam, çocuk kaybolmuş. Bulamıyorlarmış.” Kılıç’ın dedikleriyle Devran Ağa’nın gözleri büyümüştü.

“Ne demek kaybolmuş ulan! Bir çocuğa da sahip çıkamamışlar mı? Ne bok yiyor o Baran iti!” diye bağırmasıyla, Kılıç yutkunmuştu. Devran Ağa’sı sinirlendiğinde gözü hiçbir şeyi görmezdi.

“Ağam çocuk gitmiş. Nerede olduğunu bilmiyorlarmış. Baran dışarda arıyormuş.” Demesiyle, Devran Ağa’nın çenesi kasılmıştı.

“Adamlara söyle arasınlar. Garibanın burada bildiği bir yer yoktur!” demesiyle Kılıç hemen başını sallayıp telefonundan konaktakilere haber salmıştı.

Kılıç arabayı konağa doğru sürerken kapının önündeki korumalar hemen kapıyı açmıştı. Devran Ağa’nın kapısını açan korumayla, Kılıç’ta arabayı park etmek için Ağa’sının inmesini bekliyordu.

Devran Ağa elindeki sıkıca tutuğu telefonla arabadan inerken, korumasına başıyla selam verip, yokuşa bakmadan edemedi.

İçinden gelmişti nedense karşı taraftaki yokuşa. Yokuşun tepesinde gördüğü çocukla donakalmıştı.

Bütün Midyat’ın aradığı çocuk kanlı canlı yokuşun tepesinde öylece dikiliyordu.

Devran Ağa korumasının omuzuna vurup hızla yokuşu çıkarken, Kılıç Ağa’sının nereye gittiğini bakmak için döndüğünde, gördüğü çocukla donmuştu.

Kılıç biliyordu. En baştan beri biliyordu. Yeşil gözlü çocuğun konağın kapısına geldiği günden beri biliyordu. Bu çocuğun Çelebioğlu aşiretini değiştirmek yerine koca Midyat’ı birbirine katacağını biliyordu.

Hızla çocuğa doğru giden ağası da bunun tesciliydi. 

Devran Ağa ise öylece yokuşun tepesinde duran çocuğun yanına giderken yüreği acıyordu. Bir anda on sekiz yıl önceye gitmişti. Aynı yer, aynı sokaktı. O yokuşta olmuştu zaten ne olduysa. Koca üç aşiretin birbirine girmesine sebep o yokuş olmuştu.

O yokuş bir aileyi ellerden alırken, bir masum canı da almıştı. Devran Ağa koşar gibi yürürken tek düşündüğü, o yokuşun tepesindeki çocuğu bir daha o yokuşun tepesinde görmemek istemeseydi.

Devran Ağa her adım attığında, çocuğun yerine, onu görüyordu. O kadını görüyordu. Kendisine kocaman gülümserken, ağlayan gözlerini saklamaya bile çalışmayan kadını görüyordu. Üstündeki yeşil, çiçekli dizlerinin altında biten elbisesiyle, başında ise beyaz yazmasıyla duran kadını görüyordu. Devran Ağa’nın da gözleri dolarken, çocuğun tam önünde durduğunda. Kadının görüntüsü gitmiş onun yerine bir seksen boyundaki çocuğu görmüştü.

Devran Ağa çocuğun yüzüne bakmasıyla yüreği ağrımıştı. O herkese gülümseyen çocuğun yüzünde acı vardı. O kadında görmeyeceği bir yüzdü bu. Saf acıyla bürünmüştü çocuğun yüzü. Gözleri ise saatlerce ağlamış gibi kanlanmıştı ki hala sessizce göz yaşlarını akıtıyordu ama gözlerinin arkasındaki manayı en iyi Devran Ağa biliyordu.

Kırılmıştı.

Devran Ağa çocuğun gözlerine dikkatlice bakarken yutkundu. “Abin Midyat’ı ayağa kaldırdı, Mera gözlü!” demesiyle, Serhat’ın kırgınlıkla dolu gözleri Devran Ağa’nın mavi gözlerini bulmuştu ama konuşmamıştı.

Devran Ağa iç çekip, çocuğun kolunu tutup kendine çekip sarıldı. Neden bunu yaptığını da bilmiyordu ama o gözlerde gördüğü kırılmışlık ve yalnızlık ona kendini hatırlatmıştı. Devran Ağa çocuğa sıkıca sarılırken, Serhat sarılmamıştı bile. Kolları iki yanında öylece sallanırken göz yaşları Devran Ağa’nın beyaz gömleğini ıslatıyordu.

Devran Ağa ise bir elini çocuğun o pamuk gibi olan saçlarına daldırıp okşarken kendisi de göz yaşlarını tutamamış ağlamaya başlamıştı.

“Ağla delalım. Ağla Mera gözlüm ağla…”

Her şeyin başladığı yokuşun tepesinde iki farklı zaman diliminde olan insan ağlayıp birbirinde teselli bulmaya çalışıyordu…




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AHPO - 51. BÖLÜM: 2. Sezon - 2. Bölüm:

Hayırsız Evlat - 16. Bölüm: Kill Me! -1

Hayırsız Evlat - 15. BÖLÜM: Tavşan Deliği!