Kan Davası - 24. BÖLÜM
Ağlar Benim Halime! - 1
"Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı. Çünkü o, benim için bütün insanlığın timsaliydi."
Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali
Serhat’ın
uykusu gece kesik kesik olmuştu. Sürekli terleyerek uyanıyordu. Bu yüzden de
gece iki defa duş almak zorunda kalmıştı şimdi ise kucağında ise
bilgisayarından annesinin şirketinin verilerini kontrol ediyordu.
Güneş
odasına çoktan girmişti. Gözleri monitördeyken, kulağındaki kulaklığıyla
şirketinin yönetimdeki asistanıyla konuşuyordu.
“Anlıyorum…
İstanbul’da değilim, üzgünüm Hülya.” Serhat asistanına cevap verirken gözlerini
kısmıştı. Asistanın attığı yeni dosyayı açarken.
“Leman Hanım geçen gün şirkete geldi, efendim. Siz
şirkete uğramadığınızdan haberiniz olduğunu sanmıyorum. Gönderdiğim dosyada bu
yılın çalışmaları var. Toplantıya katılacaksınız değil mi?”
Serhat’ın
kaşları kalkmıştı. “Toplantıya katılıp katılamayacağımdan emin değilim. Hiç
değilse online olarak katılabilirim… Teyzem neden şirketteydi?” Serhat’ın
başına çoktan ağrılar girmeye başlamıştı. Teyzesi yine neler yapıyordu.
“Yönetim kurulunu toplamaya çalışıyor kedileri. Sizin
Çağla Hanım’ın oğlu olmadığına dair elinde bir kanıt olduğunu duydum. Serhat
Bey gerçekten böyle bir şey var mı? Eğer bu doğruysa bilmeliyim ki, nelerle
karşılaşacağımızı planlayabileyim” Hülya
Hanım’ın sözleriyle ayağa kalkıp beyaz odada dolanmaya başlamıştı. Serhat’ın su
yeşili gözleri camda takılırken.
“İstanbul’a
geldiğimde bunu konuşuruz Hülya Hanım. Ve teyzemin dediklerinin doğruluk
payının olmayacağını şu ana kadar öğrenmiş olman gerekirdi.” Derken yüzü acıyla
buruşmuştu. Teyzesi her zaman yalanla karışık gerçeği söylerdi. Çocukluğundan
beri bu böyle olmuştu. Kimse ona kızmasın diye ortaya ilk önce yalanı atar
sonra ise gerçeği yumuşatarak söylerdi. O yüzden kimse onun gerçeği söyleyip
söylemediğini anlamazdı. Yalancı çobanla kaderi aynıydı teyzesinin.
“Anlıyorum, Serhat Bey. O zaman siz İstanbul’a
geldiğinizde görüşelim. Kapatıyorum.” Diyerek
kapattığında kulakları çıkarıp yatağın üstüne atmıştı.
Camdan
aşağıya baktığında koca avlunun ortasındaki masaya kahvaltıları dizen
çalışanları görünce gülümsemeden edemedi. Serhat dün akşam öğrendiklerinden
sonra ne hissedeceğini dahi anlamamıştı. Sanki o küçük çocuk yine karşısına
dikilmiş gibi hissetmişti. O sekiz yaşındaki Serhat Taş’ı görmüştü bir anda ki,
hala yanında ona kızgın bir şekilde bakıyordu. O su yeşili gözleri bir kez bile
kızgın bir şekilde bakmamıştı oysa. Serhat bunca zamana kadar birine bile tam
kızmamıştı ki, bu duygu gözlerine bile yansımazdı ama yanındaki ufaklığın
gözleri onun gözlerine kızgın bir şekilde bakıyordu. Bir şey söylemesine gerek
yoktu. Ona kızıyordu. Kendi çocukluğu ona kızıyordu.
Kapının
vurulmasıyla, Serhat bakışlarını camdan çekip hızla kapıyı giderek kilidi açtı.
Karşısında
gördüğü Baran abisiyle kocaman sırıttı. “Abicim, bu sefer emanetle gelmemişsin
kapıma.” Derken sesinde alay vardı.
Baran
duyduklarıyla utanırken, “B-Ben seni kahvaltıya çağırmak için gelmiştim…”
dedikten sonra tam gidecekken, Serhat en küçük abisinin kolundan tutup.
“Beni
iyi ki de vurdun.” Demesiyle, Baran’ın bedeni donmuştu.
Baran
anlamayarak arkasına dönüp Serhat’ın anlamlı bakan su yeşilli gözlerinin içine
bakarken, Serhat kocaman sırıtıyordu.
“Biliyorum,
delirdiğimi düşünüyorsun ama delirmedim… O gün iyi ki fevriliğe kapanıp beni
vurmaya gelip vurdun. Eğer beni vurmasaydın. Asla bu gerçeği bilemezdim.”
Serhat’ın kibar ve anlamlı bir şekilde söyledikleriyle Baran’ın ela gözleri
dolmuştu.
Serhat
abisinin kolunu bırakıp yüzünü avuçlarken alnı da alnına yasladı. “Sen
ağlayabilirsin. Ağla lütfen.” Demesiyle, Baran’ın göz yaşları yavaşça firar
etmeye başlamıştı. Serhat ne o göz yaşlarını silmeye yeltenmişti ne de
ağlamaması için işi alaya vurmuştu. Tek yaptığı alnını yaslayıp ağlayan
gözlerin içine anlayış ve minnettarlıkla bakıyordu.
Baran
ise yüzünü avuçlayan bu çocuğu hakkedecek nasıl bir iyilik yaptığını düşünmeden
edemiyordu. Oysa, çocuğu vurduğu günden beri vicdanı hiç rahat değildi. O gün
Özlem’in evinin kapısından içeri girdiğinde, o su yeşili gözleri görür görmez
anlaması gerekirdi. Ama öfkesi öyle gözlerini kör etmişti ki, bu masum bakan
gözlerin sahibinden başka bir şüpheli olduğunu düşünemiyordu. Kendisini asla bu
konuda affetmeyecekti ama Serhat’ın vurulduğu için minnettar olması onun canını
yakmıştı.
Baran
hıçkırarak ağlarken Serhat ona yaslanacak o kocaman dağ olmuştu. Baran bunun
tam tersi olmasını bekliyordu. Serhat ağlar o sarılırım diye düşünüyordu ama
hayır. Serhat ağlamak yerine ona sevgiyle ve anlayışla gülümseyerek onun
ağlamasına izin veriyordu.
“Baran!
Çocuğu uyandır demedim ben sana!” Dilan ablasının bağırışıyla Baran hızla
Serhat’tan ayrılırken, Serhat’ın elleri boşta kalmıştı. Serhat hızla ellerini
arkasına alıp birleştirirken.
“Hadi yemeğe gidelim. Ama sen ilk önce
tuvalete git abi!” dedikten sonra Baran’ın yanağına küçük bir buse kondurup
hızla merdivenlerden inerken, Baran’ın donup kaldığından bile habersizdi.
Baran
titreyen eliyle sol yanağına dokunurken yüzünde buruk bir gülümseme vardı.
Serhat
ise aşağıya iner inmez Dilan Hanım’ın önüne dikilmişti.
“Ablaların
sultanı! İnsan böyle bağırarak kaldırılır mı?” diye sorarken sesindeki eğlenir
ton Dilan’ı da güldürmüştü.
“Yemin
ediyorum varlığın neşe be çocuk.” Derken, Serhat hızla Dilan ablasının yanına
gelip iki yanağından da öpüp.
“Günaydınlar
sultanım.” Dedikten sonra avludaki masaya geçmişti. Serhat öylesine bir yere
oturmuştu. Baş köşeye, Dilan Hanım gelip otururken Serhat’ta gülümserken,
Baran’da hızla aşağıya inmiş hemen ablasının soluna geçmişti.
“Niye
o kadar uzağa oturdun?” Baran bunu sormadan edememişti. Serhat masanın
ortasından dördüncü sandalyede oturuyordu ki, koca masada üç kişi olduklarından
Serhat’ın oturduğu yer çok uzak kalmıştı onlara.
Serhat
çatalını eline alırken, boş tabağını doldurmaya başladı.
“Güneş
burada daha az düşüyor.” Demesiyle, Dilan çocuğun söylediklerinde haklılık payı
olduğunu bildiğinden sorun etmezken, Baran ise gözlerini kıstığı halde bu
yoruma cevap vermemişti.
Baran
çayından yudum alırken, Dilan’da kahvaltısına başlarken. Serhat ise tabağına
azıcık peynir ve domatesini kemirmeye başlamıştı. Yüzünde kocaman bir sırıtma
vardı ama gözleri öyle donuk bir şekilde tabağına bakıyordu ki, başkası
görseydi bir ölünün gözleri sanır, morga kaldırırdı yemek yiyen bedenini.
“Eee,
bugün ne yapmayı planlıyorsun Serhat?” Dilan Hanım’ın sorusuyla Serhat hızla
başını tabağından kaldırıp ablasının gülümseyen yüzüne baktı.
“Bilmem.
Arkadaşlarım gelecek aslında. Onlardan haber bekliyorum.” Demesiyle, Baran
anlamayarak bakarken, Dilan memnun olmuştu.
“İyi
yapmışsın. Valla burada kimseyi tanımadığından yabancılık çekeceğinden
korkmuştum.” Demesiyle, Serhat tatlı bir şekilde gülümseyip.
“Boşa
endişeleniyorsun Sultanım. Ben hemen kendime arkadaş yapabilen bir insanım.
Beni Çin’e atsan bir saate kendime arkadaş yaparım.” Derken sesinde kendinden
eminlik vardı ki, Serhat bu sözlerinde ciddiydi. Çocukluğundan beri
anlaşamadığı bir insan olmamıştı. O su gibiydi. Girdiği şişenin şeklini hemen
alırdı.
Dilan
duyduklarıyla gülerken, Baran ise sadece tebessüm edebilmişti.
“Yine
de iyi yapmışsın. Arkadaşlarının adını ver de bizim korumalar alsın.”
Demesiyle, Serhat başını iki yana sallayıp.
“Çok
sağ ol ablacım da, Begüm sorun çıkarır. Benim burada olmamı bile saçma buluyor
olabilir.” Derken son kısmı ağzının içinde gevelemişti.
Dilan
ise kızın ismini duyunca tek kaşını kaldırmıştı. “Begüm neden sorun çıkarır?”
diye sormasıyla, Serhat sandalyesine sırtını yaslayıp eline hiç sevmediği çayı
alıp gülümsedi.
“Begüm
dik başlıdır. Korumalardan rahatsız olur. Hem de benim bu durumumu ona
anlatmamdım. Gizli kaçtım anlayacağın. İlk konağa gelirse kıyametti koparır.
Biz kafede buluşuruz. Ben onu sakinleştirdikten sonra konağa geliriz. Olur mu?”
Serhat’ın kibar ve nazikçe dedikleriyle Dilan başını sallamadan edememişti.
Çelebioğlu’nda böyle bir naziklik görmek imkansızdı. Herkes birbirine bağırarak
anlaşırken, Serhat ise her şeyini sesini yükseltmeden konuşuyor gibiydi. Dilan
bir an bu anlayışlı çocuğun kızarsa nasıl gözükebileceğini düşünmeden edemedi.
Görünüşü Aziz abisini andırıyordu. Kızarken Aziz abisine mi benzerdi? Yoksa
babalarına mı? Dilan bu nazik çocuğun her halini öğrenmek istedi bir an
nedense.
“Olur
tabi.” Demişti Baran. Serhat Baran’a kocaman gülümseyip.
“Sağ
olasın. Hadi ben kahvaltımı yaptığıma göre odama kaçayım! Bilgisayarda oyun
oynayacağım. Sende ufaklığı doyurduktan sonra sevebilirim dimi abla?” diye
sorarken gözleri ablasındayken hızla masadan kalkmıştı. Elindeki çayı masaya
koymayı da unutmamıştı.
Dilan
Serhat’a kocaman gülümseyip. “Tabi ki de dayısısın sen Çınar’ın.” Demesiyle,
Serhat başını sallayıp.
“Hadi
afiyet olsun size!” diyerek hızla merdivenlere yönelip çıkmaya başlamıştı. Merdivenleri
çıkarken karnın ağrımasıyla boğukça inlemeden edememişti.
Serhat’ın
eli karnını bulurken kaşlarını çatmıştı. “İshal olacak her hal.” Dedikten sonra
kendi dediğine gülüp hızla odasına girerken açık olan bilgisayarını alıp
odadaki tekli koltuğa geçmişti. Kucağına koyduğu bilgisayarla hızla sosyal
medyada dolanmaya başladı. Kendi sosyal medyası olmasa bile şirkettin sosyal
medyasında dolanmayı çok seviyordu.
Serhat
sosyal medyada takılırken WhatsApp’tan gelen mesaja girdiğinde yutkunmadan
edemedi. Begüm Enes’in saçlarına asılmış bir şekilde arabada fotoğraf
çekmişlerdi. Altında ise ‘Sıra sana da gelecek’ yazıyordu.
“Begüm
geldiğinde derimi yüzecek.”
**
Rahmi
Bey karşısında oturan karısına bakmadan edemedi. Çocuklar aşağıda oturuyordu.
Şilan
Hanım ise yazmasını kaldırmış hafif sarı saçlarını ortaya çıkarmıştı ki, kulak
taraflarında hafif hafif beyazlamalar vardı.
“Hanım,
özür dillerim.” Demeden edememişti Rahmi Bey. Karsının oğluyla hemen tanışmak
istediğini biliyordu ama kendisi bırakın demişti. Kader istemiyor demişti
kendisi. Kader isteseydi her şekilde karşılaşacaklarını biliyordu. Bu işin
arkasında da Mevla’sının olduğunu bildiğinden üstelememişti ama karısının
duygularını arka plana atmış gibi hissetmeden edememişti.
Şilan
Hanım kocasına hüzünle tebessüm ederken, kızarmış ela gözleriyle kocasının su
yeşili gözlerinin içine baktı.
“Önemli
değil ağamda. Ya çocuk Baran’ı affetmese…” dedikten sonra dudaklarını bastırıp
gözlerini kaçırmıştı. Rahmi Bey’de bu durumu düşünmeden edemiyordu ama herkesin
anlattığı Serhat’ın bunu da havaymış gibi karşılayacağından emindi nedense. “Ya
kavga ederlerde bizden iyice koparsa diye korkmuyor değilim. O adamı
televizyonda gördüm.” Derken Kemal Bey’den bahsetmişti. “Serhat’ım onun yanına
giderse o adam bize vermez. Sen kendi gözlerinle gördün. Bizi bu şehirden
kovdu. K-Kızımın tabutuyla bu koca şehirden kovulduk. Hatalı olduğumuzdan bir
şey bile diyemedik bey. Ama ya, Serhat bizi değil de o adamı seçerse diye
düşünmekten uykularım bölünüyor.” Demesiyle, Rahmi Bey’in elleri yumruk
olmuştu.
“Olmayacak
öyle bir şey hanım.” Derken sesindeki sertlikle Şilan Hanım kocasına dönmüştü.
“Nasıl
olmayacak bey? Sen bile o adamın adı geçtiği an sinir kesiliyon. Çocukları heç
demiyom bile. Aram’a kalsa adamı bulduğu yerde öldürecek. Aziz’im ise çocuk ilk
defa nefes alıyor. Çocuğu elimizden kaçırırsak yıkılmaktan korkuyom. Ben kızımı
verdim toprağa, yıllarca oğlumu da toprağa verdiğimi zannettim. Her gün kendimi
suçladım ben. Ana karnında düzgün baksaydım yaşardı dedim. Yoksa bir bebek
doğduktan sonra niye ölsün?.. Lütfen bey. Sende biliyon. Irmak’ın acısını yaşayamadan
bu gerçeği bilmek senin de canını yakıyor. Ben sadece evlatlarımı istiyorum.
Keşke biri de çıkıp Irmağım ölmedi dese. Başkasının yanında yaşamasına bile
kabul. Ama ben bir çocuğumu daha toprağa veremem. Çocuk kime giderse,” derken
dudaklarını kemirmişti. “O adamın yanına gitmesinden korkuyorum ama giderse,
olur da giderse bir şey yapmayacan söz ver bağa!” Şilan Hanım’ın sert
sözleriyle Rahmi Bey’in bedeni kasılmıştı.
“Şilan…”
“Şilan
deme bağa! Söz ver. Söz ver Rahmi. O adama bir şey yapmayacan. Pamuk
ipliğindeğik. Ben öz oğlumun bağa, bize iğrenerek baktığını kaldıramam. Hele o
adama bir şey olurda oğlumun gözünden yaş gelirse dayanamam ben. Olmaz bey.
Olmaz. On sekiz yıl. On sekiz yıl geç kalmışken, bir yanlış yüzünden kaybedemem
ben. O yüzden söz ver.” Demesiyle Rahmi Bey’in çenesi kasılmıştı.
Karısının
dediklerini anlıyordu. Ama oğluna neler olduğunu bile bilmezken nasıl söz
verebilirdi? O adamın oğluna zarar verdiğini anlarsa nasıl elli kolu bağlı
oturacaktı? Oturamazdı ki. Karısı haklıydı ama bir konuyu unutuyordu. Kendisi
de babaydı. O da on sekiz yıl önce oğlunu gömdüğünü sanmıştı. On sekiz yıl
boyunca oğlu yalnız hissetmesin diye her sabah sabah namazına diye konaktan
çıkar mezarlığa giderdi. Oğlunun toprağını öpmeden de ayrılmazdı. On sekiz yıl
boyunca her gün gitmişti. Şimdi ise oğlunun kanlı canlı olması onun canını
yakıyordu. Çok sevinmişti ama öfkeliydi de. Oğlunu kaçıran aile, oğluna düzgün
baksa gıkı çıkmazdı ama bakamamışlardı işte. Aziz, oğlu dememiş miydi gözleri
donuk diye. Yan yalıdaki Erhan Bey dememiş miydi, bir kez bile ağlamadı diye? O
zaman nasıl duracaktı sakince? Duramazdı. Bunun sözünü veremezdi. Oğluna bir
şey yaptıklarını anlarsa, ufak bir iması bile olsa o adamı gömerdi. Bu şehre
gömerdi. Bir daha da o adamın soyadını hiçbir yerde duyulmaz hale getirirdi.
Rahmi
Bey koltuktan kalkarken yavaşça karısının yanına gelip, eğilip o yasemin kokulu
saçlarına ufak bir buse kondururken, Şilan Hanım’ın da gözleri sulanmıştı.
“Affet
beni, Şilan’ım.”
**
“Hayır,
ben anlamıyorum.” Begüm koltukta otururken yanındaki Enes’le konuşmadan
duramamıştı.
“Neyi
anlamıyorsun kızım. İşte Serhat’ın öz ailesi onu vuran adam çıktı.” Derken bu
konuyu on saattir konuşmaktan bıkmıştı.
Begüm
göz devirip. “Onu anladım salak! Benim anlamadığım şey Serhat. Serhat
düşünmeden hareket eden bir insan değil ki. Bir anda Mardin’e niye gitsin ki?
Hayır, bir de sana bilgisayarı neden çaldırdığını dahi bilmiyoruz.” Begüm’ün
sorgular tondaki sesiyle Enes yutkunmuştu.
Enes
arabayı kullanırken saatlerdir bunu düşünüyordu ama dile getirmek istemiyordu.
“Hastalığı tutmuştur. Orada birinden araklayamadıysa bizim sayemizde araklamak
istemiştir belki.” Derken işi şakaya vurmuştu ama Begüm’ün yüzüne bakan sert
bakışlarla yutkunmadan edemedi.
“Serhat,
Kemal amcayı öylece ortada bırakmaz. Bir şeyler oluyor Enes. Ve bu olan her ne
ise Serhat’ı bu sefer yok edecek gibi.” Begüm’ün düşünceli sesi kısık çıkmıştı
ama Enes çok rahat bir şekilde yanında konuşan kızın her dediğini duymuştu.
“Duygusuz
işte kızım. Ne bekliyorsun ki, bir şey olduğu da yoktur. Bir şeyleri araştırmak
için istemiştir bilgisayarı da.” Demesiyle, Begüm dudağının kenarını dişleyip.
“Şu
çocuğa duygusuz demeyi bırakır mısın? Çocuğun duygusuz falan olduğu yok! Sadece
anlamıyor işte.” Derken Begüm bu konuda ciddiydi.
Enes
alayla sırıtıp. “Neyi anlamıyor kızım! Anlıyor işte. Duygusuz ulan! Hadi
vurulması, annesinin ölümü şoktaydı dediler kapattılar üstü de bu olaya insan
bir söver amına koyayım! Bağırır ulan insan! Peygamber sabrımı var da çocukta
hiçbir şeye laf etmiyor? Yok işte. Duygusuz birisi işte.” Demesiyle Begüm’ün
elleri yumruk olmuştu.
“Anlamıyor
derken ciddiydim, Enes. Duygusuz falan değil. O başına ne geldiğinden bile
haberi yok. Başına ne geldiğini anlasaydı. Her gün annesinin çalışma odasını
havalandırmaya kalkamazdı. Her gün o odanın kapısını açıp camları açıyor. Yarım
saat bekliyor o odada be! Serhat annesinin öldüğünü bile anlamadı! Anla şunu
artık! Vurulduğunu bile anlamadı çocuk. Uyandı, sevgilisinin onu terk ettiğini
öğrendi. Eve geçti. Babasının babası olmadığını öğrendi! Ne ara üzülecek bu
çocuk? Ne diyecekti Enes? Ne diyebilirdi? Bağırsa ne değişecek. Kayıp gibi
dolanıyor işte. Gülümsediği halde o gözleri gülümsemiyor Enes. Öylece kayıp bir
şekilde bakıyor. Yıllardır arkadaşsınız ya! Belki fark etmişsindir. Çocuk
öylesine yaşıyor. Kemal amca üzülmesin diye yaşıyor be! Annesi ölür ölmez bütün
şirketin yükünü çocuğa bırakmışlar! Sence de ağlaması bağırması, kızması için
zaman mı vardı? Çocuk bir kez düşünmek için bile yalnız kalamamış ki!” Begüm’ün
dedikleriyle Enes hızla freni çekmişti.
Begüm
sinirle Enes’e bakarken Enes derin nefes alıp Begüm’e dönmüştü.
“Kendisi
istedi ulan bunu! Babam kaç defa yardım için elini uzattı o salağa senin
haberin var mı? Yok! Ne dedi her seferinde biliyor musun? ‘Sorun yok. Ben
hallediyorum. İyiyim.’ Ama senin bilmediğin şey o donuk gözleri annesi ölmeden
de önce böyleydi. Sadece artık daha fazla donuk bakıyor diye dikkatini çekiyor!
O çocuk her zaman böyleydi. Bana hikaye anlatma Begüm! Kendisi uzaklaştı. Kendi
etti bunu! Çocukken oyun oynamaya çağırdığım da hep annesini beklemek için
evden ayrılmazdı o! Ana kuzusunun önde gideniydi. Çocukken de ağlamazdı!
Ağlamıyor işte! Kafasına da takmıyor! Bir şişe içki her şeyi unutmasına yetiyor
pezevengin! Ben suçluymuşum gibi konuşma bir daha! Ulan arkadaşım o benim!
Kardeş gibi büyümüş olabiliriz ama evin içinde ne yaşadığını ben nereden
bileyim! Taş ailesi her şeyini açıklayan bir aile mi sanıyorsun sen! O evin
kapıları kapandığı an içerde ne yaşanırsa yaşansın kimsenin ruhu duymuyor lan!
Bir halt bilmiyorsun konuşma Begüm! Serhat’ın ne halde olduğunu dahi
bilmiyorsun! Duygusuz o! Anladın mı beni! Duygularını çekip almışlar gibi.
Sevmekten başka bildiği duygu yok onun.” Derken altındaki manayı Begüm
anlamamıştı bile.
Enes
yeniden arabayı çalıştırıp yola çıktığında, Begüm sessizleşmişti. Enes’in sert
çıkışından sonra konuşma gereksinimi duymamıştı. Oysa, Enes dokuz yaşındaki
halini hatırlamadan edememişti. Kafasından yaralanmış arkadaşının onların evde
bir hafta kaldığını nasıl unutabilirdi ki. Öylece kucağında peluş pengueniyle
koltukta oturan arkadaşını unutma ihtimali yoktu. O zaman bile ağlamamıştı.
Oysa annesi başındaki yaraya her akşam pansuman yaptığında izlemek bile acı
verirken Serhat sarıldığı oyuncağını sadece burnuna bastırıp bitmesini
beklemişti. Enes o zamandan beri Serhat’ın duygusuz bir insan olduğunu
anlamıştı. Canı acıdığında bile gözü dolmayan bir insandı. Ağlayamıyordu işte.
Sabırlı falan değildi. Duygusuzdu. İhtiyacı olan duygular ondan alınmıştı.
Sadece gülüyor ve karşısındaki gülümsetiyordu.
Enes
gaza daha çok basarken, yanındaki Begüm ise sakince yola bakıyordu. Begüm,
Enes’in bir şeyler bildiğini anlamıştı ama bu bildiklerinin ne olabileceğini
anlayamıyordu. Begüm Kemal amcanın her zaman şeffaf olduğunu düşünmüştü. Taş
ailesinin çok sakin insanlar olduğuna yemin edebilirdi ama Enes’in sözlerinin
altındaki mana bunun tartışılabilir gerçek olduğunu söyler nitelikteydi ama
Begüm bunu göz ardı etmek istedi. Daha doğrusu Kemal amcasına ve Serhat’ın
göründükleri gibi olmadıklarına inanmak istemedi.
İki
arkadaş sessizce yol alırken, konakta ise yere oturmuş bebek seven bir Serhat
vardı.
“Yerim
ben seni! Gözlere bak hele yeşil yeşil.” Serhat kucağındaki bebeğin ufaklığına
hem şaşırıyor hem de mucize görmüş gibi bakıyordu o yeşil gözlere.
Kucağındaki
bebek ağzını açıp kapatırken, Serhat bebeğin tombul göbeğine elini hafifçe
koyup güldürmeye çalışıyordu ki, bebeğin yüzündeki şapşal gülümsemeyle
kıkırdarken koltukta oturup elindeki oyayla uğraşan Dilan Hanım ise bu
görüntüyü zevkle izlemeden edemiyordu.
“Ya
nasıl da tatlısın sen be! Biraz büyü bu dayın seni bar bar gezdirecek. Söz
veriyorum!” derken bebeğin yanaklarından öperken bebekte gülme sesleri
çıkarmıştı ki, Serhat burnunu bebeğin boynuna gömüp, o muhteşem süt kokusunu
içine çekti.
“Cami
cami olacak o. Valla oğlumu öyle yerlere götürdüğünü görürsem bir daha
görüşmenize izin vermem.” Dilan Hanım’ın sahte kızgınlığıyla, Serhat hızla
başını kaldırıp ablasına baktı.
“Seni
acımasız kadın! Beni bebişkomdan ayırmazsın! Ne kadar istiyorsun çabuk söyle!”
Serhat bunları söylerken öyle alaycı ve ince bir sesle söylemişti ki, Dilan
Hanımda alayla sırıtıp.
“Ne
kadar mı? Para istediğimi de nereden çıkardınız beyefendi. Belki, birkaç hasır
burmaya anlaşabiliriz.” Demesiyle Serhat kıkırdayıp.
“Sizin
birkaç hasır burmalık sevginizle benim kocaman sevgim tartışılamaz. İlk işim
istediklerinizi alıp, bebişkomla buralardan gitmek olacak hahahahaha!” Serhat
son kısımda kahkaha atmadan duramamıştı. Dilan Hanım’da gülerken elindeki
oyaları bırakıp koltuktan kalkarak Serhat’ın karşısına oturduğunda, Serhat
kucağındaki annesine gitmeye çalışan bebeği ablasına verirken.
“Allah
analı babalı büyütsün abla.” Demesiyle, Dilan oğlunun yanağından öpüp Serhat’ın
yeşil gözlerinin içine baktı.
“Âmin.”
Dedikten sonra boştaki eliyle Serhat’ın pamuk gibi olan saçlarına elini attı.
Serhat ablasının saçlarına daha kolay ulaşabilmesi için boynunu eğerken, Dilan
ise pamuk gibi saçları okşamadan edememişti.
“İyisin
dimi? Ameliyat olalı çok olmuş sayılmaz. Aziz abimin bile bazen kanı düşüyor.
Böyle bir şey olursa söyle olur mu? Tanımıyoruz seni. Sen durumunu anlatmazsan
bilemeyiz. O yüzden neyden rahatsızsan dile getir olur mu?” Serhat ablasının
sözleriyle kocaman gülümseyip.
“O-Olur
tabi. Hem ben iyiyim. Vücudum daha tam toparlayamadı ameliyattın iyi geçtiğini
babam söylemişti. Organın kendisini tamamlamasını bekliyorum.” Demesiyle, Dilan
Hanım çocuğun saçlarına eğilip küçük bir buse kondurup.
“İyi.
O zaman sana iyi bakmamız lazım.” Demesiyle, Serhat’ın gözleri donmuştu ama
ablasının kucağında kıkırdayan bebekle kocaman gülümseyip.
“Valla
şımarılmaya alışık bir çocuğum. Sonra biz bunu şımarttık demeyeceksen okeyim
ben.” Demesiyle, Dilan Hanım gülmeden edememişti. Dilan Hanım konuşmadan
kapının oradan gelen sesle, Serhat hızla arkasını dönmüştü. Ayakta duran
Baran’ın sözleriyle Serhat kocaman sırıtmadan edememişti.
“Demeyiz
oğlum biz öyle şey. On sekiz yıl sonra bulmuşuz seni. Seni şımartmayacağız da
kimi şımartacağız!”
Yorumlar
Yorum Gönder