Kan Davası - 23. BÖLÜM
Rehberdeki Nokta!
“Ağam,
niye o çocuğa bu kadar iyi davrandınız ki?” Kılıç’ın sorusuyla, arabanın
arkasında oturan Devran Ağa’nın çenesi kasılmıştı. Mavi gözleri dolmuş bir
şekilde kucağındaki mavi badem şekerinde kalmıştı. Çocuk koymuştu kucağına.
“Kılıç
sende fark ettin dimi kime benziyor?” diye sormasıyla, Kılıç söylenmemiş adla
yutkundu.
Çelebioğlu’yla
bu yüzden kan davası güdülmüştü. Bir su yeşil göz yüzünden Devran Ağa’nın koca
ailesi yok olmuştu. Devran Ağa bir kez bile o su yeşil gözlüye kızamamıştı.
Masumdu. Bu Mardin’de doğan tek masum insan bile o olabilirdi.
“Ağam,
kandır çeker netice de.” Demeden edememişti Kılıç.
Devran Ağa
bakışlarını dışarıya çevirirken. “Dün gece gözlerini görür görmez onun çocuğu
sandım Kılıç. Oysa, gerçeği biliyordum. Bir an istedim onun çocuğu kapıma
dayanmış olmasını istedim.” Devran Ağa’nın sözleriyle, Kılıç arabayı konak
yerine meyhaneye doğru sürmeye başladı. Ağa’sı eskiye gitmişti yine.
“Kan, kan
dimi. Bütün mesele de bu ya Kılıç! Çeke çeke ona çekmiş! O it abilerine
amcasına çekeydi ne olurdu! Babasına çekeydi de ona çekmeyeydi! Ulan çekecek
onu mu buldu! Ben bunu nasıl vurayım! Kılıç söylesene ben bu sabiyi nasıl vururum!
Aynı bakıyor lan! Aynı konuşuyor!”
Devran
Ağa’nın bağırışıyla Kılıç yutkunurken, Devran Ağa ise çenesini sıkmış bir
şekilde öfkeyle oturuyordu.
“Ulan
lakap diye taktı kafaya Mera gözlü işte ne olacak! İnsanın çenesi düşüklüğü
bile benzer mi?” Devran kendi kendine konuşurken araba meyhanenin önüne
gelmişti bile. Bu saate meyhane açık olmazdı ama Devran Ağa’nın uğrak
mekanıydı. Devran Ağa bu mekâna her geldiğinde kapattırırdı. Tek içmeyi
severdi. Acısını tek içmeyi severdi.
Devran
Ağa, Kılıç’tan önce hareket edip arabadan inerken, mekânın içindeki garsonlar
mekanı hazırlıyordu. Gördükleri Ağa’larıyla hemen kapıyı açıp.
“Ağam
hoş gelmişsindir. Ama daha hazır değildik.” Diyen garsonla, Devran Ağa elini
garsonun omuzuna koyup.
“Bekir
çağırın bağa.” Demesiyle,
“Emrin
olur ağam.” Diyerek hızla garson mekânın mutfağına giderken, diğer garsonlarda
hemen mekânın en gözde yerinin örtüsünü serip masayı hazırlamıştı. Devran
sandalyeye otururken, garsonlar dikkatle emiri bekliyordu.
İçerden
ellerindeki sularını beline bağladığı önlükle kurulayan orta yaşlı bir adam
çıkarken, gördüğü Devran Ağa’nın mavi gözlerine bakıp.
“Çocuklar
bugün izinlisiniz. Gidin.” Demesiyle, çalışanlar yavaşça ayrılırken, Bekir
Devran Ağa’nın tam karşısına oturmuştu.
Devran
Ağa’nın ise zoruna gidiyordu. Gözleri hafif nemliydi. Her an ağladı ağlayacak
hali varken, karşısındaki adam iç çekip geri ayağa kalktıktan sonra içeri
girmişti. O sırada ise mekân tamamen boşalmıştı. Bekir beş dakika sonra elinde
koca tepsiyle içeri girerken, Devran Ağa’nın bakışları beyaz masa örtüsündeydi.
Bekir
elindeki alüminyum tepsiyi masaya koyduktan sonra içindeki yetmişliği masaya
koyduktan sonra, iki tane bardak çıkarıp birini Devran Ağa’nın önüne koydu,
diğerini ise kendisinin önüne. Tepsinin üstündeki mezeleri ve su dolu sürahiyi
de koyduktan sonra tepsiyi, diğer masanın üstüne koyduktan sonra yavaşça
sandalyesine oturmuştu ama Devran Ağa yetmişliğin şişesini eline alıp uzun ince
bardağının hepsini doldurduğunda Bekir güldü sadece.
“Çarpar.”
Demeden edememişti Ağasına.
Devran
Ağa şişeyi masaya koyduktan sonra bardağı eline alıp sinirle kıkırdadı.
“Dün
gece çarptılar zaten bana Bekir. Kapıma gelen bir yeşil göz çarptı.” Dedikten
sonra bardağı kafasına dikmişti.
Devran
Ağa içkisini bir dikişte içerken, Bekir ise bardağına azıcık rakıdan koyduktan
sonra sürahide suyu da kattıktan sonra yavaşça içmeye başlamıştı.
“Ölüler
dirilmediyse, senin kapına hangi yeşil gözlü dayandı Ağam?” Bekir’in sorusuyla,
Devran’ın çenesi kasılmıştı.
“Rahmi’nin
oğlu.” Demesiyle, Bekir’in kaşları çatılmıştı.
“Aziz
Ağa’nın ne işi vardır Ağam?” Bekir’in tahmini mantıklıydı ama Devran’ın elleri
yumruk olmuştu.
“Keşke
Aziz olaydı, Bekir. En küçükleriydi gelen. Öleni. Hani bebekken ölen vardı ya.
Ölmemiş. Çocukken hemşire tarafından satılmış.” Dedikten sonra gülmüştü
dediklerine. Kendisi bile bu olanlara inanamıyordu.
Bekir
ise duyduklarıyla kalakalmıştı.
“Dün
akşam kapıma geldi. Donmuş. Bilmiyormuş evlerini. Gece gelmiş buraya bakmış
ışıklar açık beni kapıyı çaldı. Korumalar çağırınca kapıya gittim. Bir de ne
göreyim Bekir. Aynı göz aynı gülüş, ulan tek fark cinsiyetti be! Onun çocuğu
zannettim bir an. Sonra aklıma geldi. Kafasına ben sıktım. Nereye çocuğu
oluyor!”
Devran
Ağa’nın dedikleriyle, Bekir iç çekmeden edemedi.
“Bir
hataydı be Ağam. Yıllar geçti üstünden…” Bekir’in sözlerini Devran Ağa’nın
havaya kalkan eli kesmişti.
“Deme
onu Bekir. Bu eller…” derken ellerini öne uzatıp. “Bir masumu aldı. Günahsız
olduğunu bildiğim halde bir can aldım ben. Deme bağa bunu. Hata deme! Hata
değildi. O da kapıma dayanmıştı böyle.” Devran Ağa gülmeden edemedi.
Bekir
iç çekip gözlerini Ağasından alırken, Devran Ağa da elindeki yarısı dolu
bardağa baktı.
“Babamın
saati kayboldu.” Derken sesi o kadar acıydı.
“Allah,
bu dünyada yapılanın cezasını öteki tarafa bırakmazmış ya… Bırakmıyor işte.
Günahımın bedelini yine karşıma çıkardı. Ertesi gün babamdan tek yadigarımı da
kaybettim. İnsan gözünden sakındığını hep kaybediyor.”
Devran
Ağa’nın sözleriyle Bekir’in gözleri dolmuştu.
“Çelebioğlu
ailesine benden rahat yok da ben o masuma nasıl kıyacağım? Yine yapabilir
miyim? Bekir bu sefer canımdan başka kaybedecek bir şey yok. Bir masumun daha
canını alsam ölür müyüm?”
**
“Anam!”
Serhat pusetteki mavi cibinliğiyle uyuyan bebeğe bakarken, yanında ayakta duran
Dilan ablasını umursamadan gözlerini sadece bebeğe dikmişti. “Ya bu çok tatlı!
Ben şimdi dayı mı oldum?” diye sorarken su yeşili gözlerini ablasının gözlerine
dikmişti.
Dilan
en küçük kardeşlerinin tamamen bir enerji topu olmasını beklemiyordu.
Tanıştıkları an yeğenim de yeğenim diye tutturmuştu Serhat. Dilan Hanım’da
küçük kardeşinin isteğini yerine getirip küçük odaya götürmüştü. Yarım saattir
Serhat’ın bebeğe nameler dökmesini dinliyordu.
“Oldun.
Dayı oldun, k-kardeşim.” Dilan Hanım son kısmı zar zor söyleyebilmişti.
Yıllarca ölü bildikleri kardeşlerini sapa sağlam şekilde görmek hala
psikolojisine iyi gelmiyordu. Hele ki, kız kardeşini daha yeni toprağa
vermişken bu olayın acısı onu sersemletmişti.
“Serhat,
Serhat.” Dedi Serhat belini dikleştirip ablasına bakarken. Dilan anlamayarak
Serhat’ın hınzırlıkla parlayan gözlerine bakarken. Serhat tatlı bir şekilde gülümseyip. “Serhat
de ablam. Biliyorum, bir anda Magnum çubuklarında hediyeler gibi hayatınıza
girdim. Bu olayı hazmetmek için çok zor olduğunu biliyorum. O yüzden hemen
kardeşin olarak sarıp sarmalamana gerek yok güzelim. Sen bana Serhat desende
olur. Hem senin gibi bir güzel kadınla abla kardeş olmamız kaderin büyük bir
oyunu olmalı.” Demesiyle, Dilan’ın gözleri dolu dolu olmuştu.
“Abim
derken haklıymış. Seni kim büyüttü böyle?” Dilan’ın sorusuyla, Serhat hızla
Dilan’ın dibine gidip, ellerini uzatıp parmaklarını fazla dokundurtmadan göz
yaşlarını silerken.
“Ya
ağla diye demedim. Şu incilerine yazık, incilerini kendine saklaman gerek.
Herkes için incilerini dökmemelisin ama.” Serhat’ın sözleriyle, Dilan
dudaklarını dişlerken zorla gülümsemeye çalışmıştı.
“İşte
böyle gülümse! Hiçbir kadın incilerini dökerken güzel gözükmez. Kadınlar
gülerken çok güzeller.”
“Ooo,
ablama mı yavşıyorsun gelir gelmez?” Baran’ın sorusuyla Serhat hemen ellerini
Dilan ablasının yüzünden çekip havaya kaldırdı.
“Valla
ikidir kadınların yanında basıyorsun beni yalnız!” Serhat’ın sözleriyle Dilan
kaşlarını çatıp.
“Ne
basması?” diye sorarken, Baran’ın yüzü utançla kızarmıştı ki, Serhat hızla
kapıya doğru gidip Baran’ın koluna kolunu takıp.
“Pavyonda
bastı abim beni!” demesiyle, Dilan şoka uğramıştı. Baran ise dehşetle koluna
dolanmış kardeşine bakıyordu. Serhat’ın kendisine darılacağını düşünmüştü ama
Serhat geldiğinden beri her şeyi mizaha vuruyordu.
“Baran,
Serhat ne diyor? Kaç yaşında bu çocukta pavyona gidiyor? Babam duyarsa valla
bacaklarınızı kırar!” ablalarının sözleriyle Baran yutkunurken, Serhat kocaman
sırıtıp.
“Bacaklarım
kırılsa bile, sürüne sürüne giderim ben pavyonuma!”
Serhat’ın
sözleriyle, Baran kaşlarını kaldırırken. Dilan ise bebeğinin hala uyuduğuna
emin olduktan sonra.
“O
senin sürünerek gideceğin pavyon hangisi acaba?” Dilan çocukla yeni tanıştığını
biliyordu. Ama bu tarz şeyler ailelerine tersti. Babaları sinirlendiğinde
cidden ters bir insandı. Dövmezdi ama keşke dövse derdiniz. Bu yüzden Dilan
kardeşlerinin her hatalarını babaları duymadan düzeltmeye adamıştı kendisini
yıllarca.
Serhat
başını Baran’ın boştaki omuzuna koyarken, Baran’ın bedeni kasılmıştı.
“Özlem,
gönlümün pavyonudur. Gözleri beni sarhoş eder, en güzel şakılar dilinden çıkar.
En güzel içkiler onun elinden içtiklerimdir. Ah zalımın kızı!”
Dilan
anladığı şeyle gözlerini kapatmıştı. “Özlem sevgilin. Allah seni ne yapmasın
Serhat! Babamın yanında böyle konuşma valla, camiye kapatır seni.” Demesiyle,
Serhat gülerken.
“Cık
ablacım. Eskiden di. Aha şu koluna girdiğim abim olacak şahıs yüzünden ayrıldık
biz. Daha doğrusu acımasız babası bizi ayırdı. Aramıza mesafeler girdi. Anlayacağın
kalbi kırık bir genç bulunuyor şu an karşında!” Serhat’ın alayla söylediği
sözler Dilan’ı şoka uğratırken, Baran’ı ise kırmıştı.
Serhat
Baran’ın kolunu sıkarken. “O değil de ben çok yoruldum ya! Bana bir döşek
verinde uzanayım.” Derken gözleri mahmur bir şekilde bakıyordu.
Dilan
titrek bir nefes alıp. “O-Odan hazır paşam. Gel ben seni odanı götüreyim.”
Derken gözleri tedirginlikle Baran’dı. Baran’ın ela gözleri dolmuştu.
Serhat
başını omuzundan kaldırıp kapıdan çıkarken. “Valla iyi olur ya! Ama yorgan
istemem. Pike verin yeter. Cehennem sıcağı mübarek. Devran abinin konağındaki
odalar çok sıcak. Bir de salak gibi üşürüm diye yorgan istedim, sabah bir
baktım beş kilo kaybetmişim.”
Serhat’ın
sözleriyle, Baran’ın elleri yumruk olurken Dilan’ın Devran mevzusundan bile
haberi yoktu. Serhat’ın eve sapa sağlam geldiğini görünce eşelememişti. Daha
sonra konuşuruz diye düşünmüştü ama Serhat’ın koridorda söyledikleriyle bedeni
kasılmıştı. Babalarına bu durumu nasıl açıklayacaklarını düşünüyordu.
Dilan
kendine hızla gelip, Serhat’ın arkasından odadan çıkarken hızla merdivenlere
yöneldi.
“Demek
öyle.” Demekten geri alamamıştı. Serhat’ın yorgun bedeni sallanıyordu.
“Akrabanızmış
zaten. İyi bir abiye benziyor biraz asabi ama şimdi düşününce buradaki herkes
asabi gibi.” Serhat merdivenleri çıkarken dedikleriyle, Dilan’ın bedeni
sinirden titriyordu.
“Akrabamız
ama iyi bir adam değildir, Serhat. Bir daha Devran’ı görürsen onunla pek
konuşmamaya çalış. İnsanın kalbini acıtmasını iyi bilir.” Dilan’ın sesinin
altında büyük bir acı vardı.
Serhat’ın
adımları yavaşlamıştı. Üst kata çıktılarında, Dilan en sondaki odaya doğru
götürmeye başladı. Ama Serhat’ın bakışları ablasının sırtındaydı.
“Kız
yoksa akraba sevgililiği mi var? Akraba ilişkilerine pek sıcak bakmıyorum
benden söylemesi!” derken sesi eğlenir gibi çıkmıştı ama gözleri donuktu.
Dilan
zorla tebessüm edip, ahşap kapıyı açarken, bembeyaz bir oda karşılamıştı
ikisini de ortada ise siyah oyma ahşaptan yapılmış bir yatak vardı. Yatağın
çarşafları bile kar beyazıydı. Yatağın yanında iki tane komodin ve en dipte iki
kapaklı bir dolap vardı. Camın ise beyaz perdeleri çekilmişti.
Serhat
kocaman gülümserken. “Kız burası geleceğimden parlak!” demesiyle, Dilan
gülümseyip.
“İstediğin
gibi boyaman için bu odayı odan yaptık. Aslında doğduğunda odan annemle babamın
yatak odasının yanıydı. Bir aşağı kattı. Ama orayı kapatalı çok oldu. Hem odada
banyo yoktu. Bir de hala bebek mavisi renginde duvarları. Beşiği hiç saymıyorum
bile...” Dilan ne dediğini anladığı an susmuştu. Serhat’ın ise donuk bakışları
daha çok donmuştu. Bedeni hafiften titriyordu.
“Mezar
nerede?”
Serhat’ın
sorusuyla Dilan hızla Serhat’ın yüzüne bakmıştı ki, Serhat ablası ona döner
dönmez kocaman gülümsemişti.
“Kimin?”
Dilan’ın sorusunun anlamı büyüktü.
Serhat’ta
bir an donmuştu ama bunu ne Dilan fark edebilmişti ne de Serhat’ın aklı.
“Bebeğin…
Yani babamın mıydı bebek? Diye merak ediyorum. Bu olayı öğrendiğimden beri tek
düşünebildim şey. Babamın gerçek çocuğunun mezarı oldu.” Serhat’ın bir haftadır
içinde tutuğu soruyla Dilan’ın gözleri dolmuştu.
“Bunun
için mezarı açtırmamız gerek. Kimin çocuğunu gömdüğümüzü bilmiyoruz. Ama babam
bu konuyu açmayı istemiyor Serhat. Yani kimi gömdük bilmiyoruz ama yine de bir
bebeği gömdük. Babam bunu dinen de vicdanen de kabul etmez. Mezarın yerini
söyleyebilirim ama… Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Yani bu merak iyi
bir şey değil. Hem yanında…” Dilan yutkunmuştu. Serhat ise sabırla ablasının
konuşmasını dinliyordu. “K-kardeşim gömülü.”
Dilan
son sözlerini söyledikten sonra hızla kapının önünden ayrılıp koşarak aşağıya
inmeye başlamıştı ki, Serhat kadının ağladığını hıçkırıklarından anlamıştı.
Serhat
odaya bir adım atıp kapıyı kapattığında, kapının arkasına konan mor valiziyle
alayla sırıtmadan edemedi. Kapıyı kapatırken, anahtarı görünce iç çekip kapıyı
kilitledi. Kabuk tutmuş bir yarayı açmak istemiyordu ama ortada büyük bir suç
vardı. Serhat ne kadar bunu sineye çekmeye çalışsa da her düşündüğünde
delirecek gibi oluyordu. Doğru kimseye küsmezdi, kinlenmezdi, kızmazdı ama bu
durumda herkesin masum olmasına dayanamıyordu.
Cebine
koyduğu telefonu çıkarırken yatağa uzandı. Aşağıya bıraktığı bombanın
büyüklüğünü biliyordu.
Telefonun
rehberinden tek noktaya bakarken kaşları çatılmıştı. Serhat artık her şeyin
ağırlığının altında eziliyordu.
Tek
noktayla kaydedilmiş kişiye dokunduktan sonra kulağına götürdü telefonu.
Telefon
dört defa çaldıktan sonra açılmıştı.
“Öz ailenin yanına koşmuşsun.” Bariton ses Serhat’ın kulağına
dolduğunda derin bir nefes alıp.
“İkisi
de ailem. Her neyse, bunu seninle tartışmak istemiyorum. Bunun için aramadım
seni.” Derken dudaklarını dişlemeye başladı istemsizce. Serhat artık ağlamak
istiyordu. Gerçekten de ağlamak istiyordu. İçindeki daralmadan kurtulabilecekse
ağlamak istemiyordu.
“Ne için aradın o zaman beni. Biliyorsun ki zamanım
yok. Kısa kesersen mutlu olurum.” Sesin
altındaki manayı çok iyi anlamıştı Serhat.
“Tek
bir soru soracağım. Lütfen doğruyu söyle.” Serhat’ın sesi yorgun çıkmıştı
istemsizce. Bedeninden çok ruhu yorgundu on sekiz yaşındaki gencin.
“Sor. Ne zaman yalan söyledim sana bilmiyorum ama bu
cevabımda da doğruyu söyleyeceğim.” Serhat
bu sözlere cidden güvenmek istiyordu ama dokuz yıl önce hastanede ona yalan
söylemesini tembihleyen adama nasıl güvenebileceğini de bilmiyordu.
“Annem.
Annemin ölümü gerçekten bir kaza mıydı?” Serhat’ın bunca zamandır aklında olan
bir soruydu. Leman teyzesinden gerçekleri öğrendiğinden beri aklını
kurcalıyordu bu soru. Babaannesi yaşasaydı baş şüphelinin o olacağını
biliyordu. Böyle bir gerçeği asla oğluna söyleyemeyecek kadar gururlu olduğunu
babasından çok duymuştu.
Karşı
tarafta kısa bir an sessizlik olmuştu. Serhat beyaz tavana bakarken bedeni
korkudan ve sinirden titriyordu. Ağlayabilseydi bağıra çağıra ağlayabileceğini
biliyordu. Serhat tek bir kelimeyle öyle
bir yatakta doğrulmuştu ki, boynundan çıt sesi gelmişti.
“Hayır.”
“Ne
demek hayrı? Annemi öldüren şoför hapse girdi… Annemi kim neden öldürmek
istesin ki?” Serhat’ın soruları titrek ve dehşetle doluydu.
“Tek bir soru demiştin. Bundan sonraki sorularını
cevaplamam hiçbir neden yok Serhat. İşlerim var. Kapatıyorum. Bir de Devran
denen adam fazla muhabbetin olmasın.” Dedikten
sonra Serhat’ın yüzüne telefonu kapatmıştı.
Serhat’ın
eli yavaşça yatağa doğru düşerken telefon elinden fırlayıp parkeye düşerken
gözleri donmuştu. Serhat hiçbir zaman aptal olmamıştı. Herkes ona aptal
muamelesi yaptığında bile o sadece gülümsemişti. Gerçek düşüncelerini insanlara
gösterirse, ondaki tuhaflıklarının daha fazla göze batacağına inanmıştı. Annesi
öldüğünde babası acısından otopsiyi bile kabul etmemişti. Annesini yıkamışlar
ve toprağa yerleştirmişlerdi. Ve babası acısından dünyaya kör olmuştu.
Serhat’ın yapacak başka bir işi yoktu. Koskoca Taş ailesinden sadece ikisi
kalmıştı. Mecbur kalmıştı her şeyin yükünü üstlenmeye. Aç kurtlar yüzünden her
şeyi üstlenmek zorunda kalmıştı.
Annesinin
her zaman araba kazası yüzünden öldüğünü biliyordu. Ama bir haftadır bu olay
yüzünden annesinin ölümünden bile şüphe duymaya başlamıştı. Annesi araba
kullanmada usta şoförlere taş çıkartırdı. Ama bir şekilde kaza olmuştu.
Şüphelenememişti. Ne usta şoförler kazaya karışıyordu annesi mi karışmayacaktı.
Ama bu son bir haftadır koca yalının içinde dönen sırlardan şüphelenmeden
edememişti. Şüphelerinin doğru çıkmasına bile sevinemiyordu. On sekiz yıldır
yaşadığı yalıda neler dönüyordu.
Serhat
yere düşen telefonunu eğilip alırken acıyan boynu yüzünden inlemeden edemedi.
Yataktan hızla kalkarken yapmış olmalıydı. Serhat bu yapacağı hareketinin
sonucunu biliyordu. Tek duasının babaannesinin onu bilerek bu aileden
almamasıydı. Babaannesi böyle bir şey yaptıysa bu olayın sonucunun neler
olabileceğini dahi tahmin edemiyordu.
Hızla
rehberinden ‘Enes’i bulup aradı. Enes sanki aramasını bekliyormuş gibi ilk
çalışında açmıştı.
“Enes,
evde misin?” Serhat’ın sesi o kadar soğuk çıkmıştı ki, karşı taraftaki genç
seslice yutkunmuştu.
“Evdeyim. Balkona çıkıyorum.” Enes’in sesindeki suçluluk duygusu
yapışmış gibiydi. “Balkondayım şu an kanka. Bak ben…” Enes’in sözünü
hızla kesti Serhat.
“Haklıydın.
Ben duygusuz bir şerefsizin önde gideniyim. Şu an Mardin’deyim hata… Enes, bana
kızgınsın biliyorum ama sana çok ihtiyacım var.” Serhat yutkunarak konuşmuştu.
“Ne diyorsun kanka sen? Hemen geleyim yanına…” Serhat yine hızla kesmişti gencin
sözlerini.
“Babanın
kasasındaki bilgisayarı alabilir misin? Enes biliyorum. Babanın odasındaki
kasadan nasıl haberim olduğunu daha sonra söylerim ama bana o bilgisayara
lazım. Aldığın an buraya gel. Begüm’ü de yanına getir.”
“Serhat sen ne diyorsun adamın bilgisayarını nasıl
alayım ben! Hem Begüm’ü niye bu işe ortak ediyorsun ki? Bak cidden beni
korkutuyorsun şu an. Neyi merak ediyorsan babama sorayım. Babam cevaplar
zaten…”
“Söylemez!
Söylemez Enes! Söyleyecek olsaydı yıllar önce söylerdi! Bak eğer yapamayacaksan
ben ilk uçakla gelir çalarım. Sen sadece kimseye söyleme yeter.” Serhat ayağa
kalkarken kurmuştu bu cümleleri. Diğer eli boynundaydı. Boynunu ovalarken
gözleri perdenin arkasındaki konağın avlusuna bakıyordu.
“Vatana hainlik etmeyeceğiz değil mi? Yani bak! Babamı
zor duruma düşürmeyeceğiz değil mi Serhat? Adam sadece gururuyla yaşıyor. Ben
babama böyle bir şey yapamam. Eğer babama dokunmayacaksa yaparım. Ama bu işin
sonunda babama dokunacaksa kusura bakma kanka ama yapamam. Sen bu işin sonunda
bile bir şekilde kurtulursun ama biz bu işin sonunda eziliriz. Bana sadece bir
şeyin güvencesini ver, devletle ilgili değil dimi?” Enes’in sözleriyle Serhat
istemsizce ensesini sıkmıştı.
“Yok.
Bu işin sonunda sanırım sadece yanan ben olacağım Enes. Bu sefer beni
kurtarabilecek bir Gökhan amcanın olacağından bile şüpheliyim.” Derken titreyen
bacağına kısa bir an baktı.
“Anladım. Tamam, alırım ben. Aldığım an seni ararım.
Begüm’ü de alır Mardin’e geliriz. Benden haber bekle.” Dedikten sonra kapatmıştı.
Serhat
telefonu geri cebine koyarken cebinde hissettiği soğuk metalle, telefonu
cebinde bırakıp soğuk metali yavaşça çıkartırken eline gelen gümüş saate
bakarken yarım bir şekilde sırıttı. Yarım saat içinde öğrendiklerinden sonra
ağlaması gerekiyordu. Bir ağadan çaldığı saate bakarken gülümsemesi değil.
“Badem
şekeri, annem ölmemiş. Oysa, ben annem araba kazasında öldü diye bir kez bile
arabanın şoför koltuğuna oturmadım. Ön tarafa otururken bile tedirgin olurdum…
Sence benim melek annemi kim öldürmüş olabilir?”
Serhat
bunları öyle bir fısıldamıştı ki, sanki saatin ona cevap verebileceğini
düşünmüştü ama bu sorularının cevabını ancak o bilgisayardan bulabileceğini
biliyordu.
Yavaşça
yatağa otururken yatağın beyazlığına utanmadan edememişti. Yastığa başını
koyarken çenesi titriyordu ama gözleri dolmamıştı bile. Herkesin dediği gibi
belki de duygusuzdu. Belki de psikopattı. Serhat donuk gözlerini perdelere
dikerken tek düşünebildiği şey annesinin son günüydü.
“Ben dışarı çıkarken, sen de Erhan amcanı üzmeyeceksin
tamam mı benim yakışıklım?” Serhat annesinin küpelerini takmalarını izlerken
dudaklarını büzmüştü.
“Ne zaman geleceksin? Erhan amca bana sürekli oyuncak
veriyor. Ben seninle tekneye binmek istiyorum.” Serhat’ın sesi o kadar mızmız
çıkmıştı ki, sarışın kadın gülüp bir dizine çökerek oğlunun bir yirmilik
boyuyla kendini eşitlemişti.
“Oğlum, gitmemle gelmem bir olacak. Hemen geleceğim
anladın mı? Ondan sonra tekneye binebiliriz. Daha sonra o çok sevdiğin fakir
tatlısından yaparız tamam mı?” diye sormasıyla, Serhat’ın gözleri parıl parıl
bakarken kocaman gülümsemişti.
“Fakiy tatlısı değil! Ekmek tatlısı! Seyfi abi öğretti
bana. Çok güzel! Hem tatlının cebi yok ki fakiy olsun.” Serhat’ın sözleriyle,
annesi kocaman gülümserken oğlunun su yeşil gözlerinin kapaklarından öperken.
“Sen ne dersen o beyefendi. Bir İstanbul Beyefendisi
gibi beni bekleyin lütfen. Ondan sonra bütün zamanımı sizin gibi bir yakışıklı
beyefendiye ayıracağım!” dedikten sonra hızla yanağını çevirmişti.
Serhat annesinin boyalı yanaklarını öperken dudağına
bulaşan pudradan nefret etse de kocaman kocaman öpmüştü.
“Bende o zaman bu güzel hanımefendinin yollarını
gözleyeceğim.” Derken annesine benzemeye çalışmıştı.
Annesi kocaman gülerken, Serhat’ta annesini taklit
ederek gülmüştü.
Serhat
o anın son anları olduğunu bilseydi, annesinin gitmemesi için daha çok
çabalayacağını her zaman kendine söylerdi. Babasına söyleyemediği en büyük
acısıydı.
Serhat
altındaki çarşafı sımsıkı sıkarken yüzünü yastığa gömüştü. Diğer elindeki saati
yastığının altına koyarken, gözlerini sımsıkı kapattı.
Cebindeki
titremeyle telefonunu çıkarıp ekrana baktığında hüzünle gülümsemeden edemedi.
“Teyzen beni batırmaya ant içmiş! Gel beni kurtar
oğlum.”
Babasının
mesajıyla titreyen dudaklarıyla dışarı nefesini vermişti. Babası bunu biliyor
muydu? Biliyordu. Bilmeseydi, şoförü hapiste yok eder miydi? Serhat anladığı
şeyle gözleri büyümüştü. Yıllarca babasının yaptığını söylemişlerdi ama hayır.
“Ulan…
Bizim kimseye zararımız yok ki.”
Serhat
bunları sürekli düşünürse sonun ne olacağını bildiğinden babasına komik bir
emoji gönderip gözlerini tamamen kapattı. Uyumalıydı. Bu olayları da sindirmiş
gibi yaparken en iyi yardımcısının uyku olduğunu çocukken öğrenmişti. Sessizce
uyumalıydı. Uyurken zorla gülümsemesine gerek yoktu. Ya da insanlar ağlamasın
diye şaklabanlık yapmasına gerek yoktu. Uyku Serhat’ın en sevdiği faaliyetti.
Serhat’ta
en sevdiği faaliyeti gerçekleştirdi.
-
Aşağıda
ise ayrı bir kıyamet kopuyordu.
“Ne
demek Devran itinin arabasından indi Baran! Kan davalımız Allah rızası için!
Adam o günün acısını hala güdüyor!” Ablasının sözleriyle Baran’ın yumruk olmuş
ellerinin boğumları ortaya çıkmıştı.
“Biliyorum
abla!” diye bağırırken gözleri odadaki aile resmine takılmıştı. Çocukken
çekilmiş bir fotoğraftı. “On sekiz yıl öncenin acısını hala güttüğünü biliyorum
o adamın! Ama dedemin olayı! Hem Serhat’ta bir şey yapmamış işte. Hem sen
demedin mi bir daha görüşmeyecekler diye! Söyleriz, korumalara da gideceği
mekanlara kadar takip ederler. Babama söyleme Allah rızası için. Adam zaten
kızının acısından delirdi. Devran’ın Serhat’ı öğrendiğini öğrenirse bu sefer o
konakta kimse kalmaz!”
Baran’ın
acı dolu sözleriyle, Dilan’ın yüzü kasılmıştı. Kardeşinin haklı olduğunu
biliyordu ama yukardaki çocuğun hiperaktifliği onu istemsizce eskilere
götürmüştü.
“Ona
benziyor, Baran. Bu yüzden bir şey yapmamıştır. Abime ne kadar benzerse
benzesin duruşu bakışları, konuşması, gülüşünün tınısı o. Sanki topraktan
dirilmişte bize yaptığımız hatayı göstermek için ortaya çıkmış gibi.” Dilan’ın
kısık sözle söyledikleriyle Baran donmuştu.
“Sakın
abla! O kansızla kardeşimi benzetemezsin! O kadın yüzünden başımıza bunlar
geldi! Onun yüzünden İstanbul’a gittik biz! Eğer o kadının sözlerini babam
dinlemeseydi kardeşimiz bizimle olacaktı. Bizimle büyüyecekti. Dedemin aklını
karıştırdı! Koca Mardin’i birbirine kattı o kadın! O masum çocuğu o kadına
benzetemezsin!”
Baran’ın
sert çıkışıyla Dilan donmuştu. Dilan, o zamanlar Baran’ın çocuk olduğunu
biliyordu ama herkesten çok Baran’ın duygularıyla yaşadığını bildiğinden bu
kinin nedenini de anlayabiliyordu ama o kadın onların akrabasıydı.
“Halamız
o bizimiz.” Dilan’ın basit sözleriyle, Baran yüzünü buruşturup.
“O
orospunun halalığı batsın abla! Babamın yanında da böyle konuşma valla. Hele
annemin yanında sakın konuşma. O kadın yüzünden çekmediği kalmadı kadının!
Bırak bu olayın peşini! Ben Devran itini sıkıştırırım köşeye!”
Baran
hızla odadan çıkarken son sözlerini de söylemişti. Dilan koltukta öylece
kalakalmıştı. Gözleri dolu dolu yere bakıyordu. Küçük kardeşlerinin eve
geldiğine sevinmek istiyordu ama tarihinin tekerrür etmesinden de korkuyordu.
Ne kadar halasının istediğini yapan bir kadın olduğunu da bilse, Serhat’ın da
aynı huyları paylaşmasından korkuyordu. Halası gibi bir kader yaşamazdı ama
kandı işte. Aynı yoldan yürüyeceğinden korkuyordu.
“Keşke
Mardin’e hiç gelmemeydi.”
**
“Enes,
biz ne arıyoruz burada?” Begüm ilk defa gördüğü evin içine bakarken şaşırmadan
edememişti. Ev iki katlı bir villaydı. Şehirden epey uzaktı ki, etrafındaki
korumaları da unutmamak lazımdı. Şimdi ise evin çatı katındaki çalışma
odasındaydılar.
“Babamın
kasasını.” Diyebilmişti Enes. Enes’in etrafa bakarken gözleri titriyordu. Bu
yapacağı şeyin babasının kulağına giderse babasının ihanet dolu gözlerini
görmek istemiyordu.
Begüm
çalışma odasının siyahlığından bunalmış bir şekilde etrafa bakmaya başladı.
“Babanın kasasını ne yapacaksın? Bir de bu beni neden ilgilendiriyor?” diye
sormasıyla, Enes iç çekip babasının masasının arkasındaki siyah deri patron
koltuğa otururken.
“Serhat
istedi. Bir halt dönüyor, Begüm. İlk defa sesinde soğukluk hissettim çocuğun.
Babamın şifreli bilgisayarını isteyecek kadar ne halt dönüyor bilmiyorum ama
bir şeyler oluyor.” Enes’in dedikleriyle Begüm’ün gözleri büyümüştü.
“Serhat
neden kendisi gelemdi?” diye sorarken sesinde endişe vardı.
Enes
Begüm’e daha gerçekleri söylemediklerini hatırladığında yutkunup. “Babamlar
gelmeden bulmalıyız. Serhat şu an şehir dışında. Bulur bulmaz onun yanına
gitmeliyiz Begüm.” Dedikten sonra kalkıp duvardaki tabloları indirmeye
başlarken, Begüm iç çekerek odadaki büyük kitaplığa yönelerken, kitaplığın
üstündeki fotoğrafla donmuştu.
“Serhat
sen iç işleri bakanını nereden tanıyorsun?” Begüm iç işeri bakanına sarılmış
olan Enes’in fotoğrafına şaşırmadan edememişti.
Enes,
Begüm’ün bu gerçeği de bilmediğini anladığında yutkunup.
“Babam.
Babamı tanımayacağımda kimi tanıyacağım Begüm.” Demesiyle, Begüm şokla nefesini
tutmuştu.
“Ne?”
Enes
Begüm’ün yanına gelip fotoğrafı uzaklaştırırken. “Babam işte Begüm. Bu yüzden
Serhat bilgisayarın peşinde. MİT bilgisayarına ihtiyacı var. Şifresini benim
bildiğimi bildiğinden istiyor.” Derken kitaplığın altındaki kitapları yavaşça
kenara çekerken derin bir nefes aldı. Babasının kasasının yerini değiştirdiğini
düşünmüştü ama hala aynı yerdeydi.
Begüm
öğrendiği bilgilerle donarken. “Bu yüzden emniyette gelmedin. Baban ve Kemal
amca arasında bağlantı olduğunu öğrenirlerse… Bunu neden en baştan söylemedin
ki!”
Enes,
kasaya kendisinin ve abisinin doğum gününü girerken. “Ne diyecektim Begüm?
Babam iç işleri bakanı medyaya çıkamam. Bir suç olayına karışamam. Çünkü
yaptığım her hareket ailemi etkiler mi? Öğrenmemeniz daha hayırlısıydı.” Derken
açılmış kasanın içindeki siyah mini bilgisayarı çıkarırıp kasayı yeniden
kapattıktan sonra kitapları yerine koyarken, Begüm dehşetle Enes’e bakmıştı.
“Bana
söyleyebilirdin mesela. Arkadaşız sanıyordum.” Begüm’ün kırgınlık dolu
sözleriyle, Enes iç çekip.
“Begüm,
bunu Serhat’tan başka kimse dahi bilmiyor. Bir de medya ama ortaya
çıkmadığımızdan pek medyaya da da yüzümüz yok. Okula bile beni Kemal amca
kaydettirdi. Lütfen bu bilgi gizli kalsın. Sende bilmiyormuş gibi yap.” Derken
kucakladığı mini laptopla, kapıya doğru yürümüştü.
Begüm
ne kadar bağırmak istese de şu an sırasının olmadığını biliyordu.
“Şimdi
mi gideceğiz?” diye sormasıyla, Enes başını sallayıp merdivenlerden inmeye
başladı. İkinci kattaki odasına girerken hızla laptopu laptop çantasına
koyarken, çantayı da sırt çantasının içine koyup.
“Arabayla
gitmeliyiz. Bu bilgisayarı uçakla götüremem. Uzun yolculuklara alışıksın değil
mi?” diye sorarken birkaç kıyafetini de dolabından alıp çantaya doldururken.
Begüm
ne olduğunu dahi bilmezken iç çekip.
“Bir
çanta hazırlamama gerek yok. Gittiğimiz yerden bir şeyler alabilirim değil mi?
Beni dağ başına götürmüyorsundur umarım. Bir de Amerika’ya uçakla gitmiştim bu
sayılıyor mu?” diye sormasıyla, Enes, birkaç tişört ve belinde ipleri bulunan
şortlarından atmaya başladı. Bu laptopla fazla etrafta bulunmak istemiyordu.
Çantasına resmen devletin gizli bilgilerinin bulunduğu kara kutuyu atmıştı.
“Benimkilerden
idare edersin. Mağaza bulana kadar. Dağlık bir yere gittiğimiz doğru da dağ
başı değil. Mardin. Serhat Mardin’de.”
Begüm
duyduklarıyla şok yaşarken.
“O
salak Mardin’de ne yapıyor?”
Enes
çantasını sırtına alırken, “Arabada anlatırım, Begüm. Şu an anlatabileceğim bir
şey değil.”
Enes’in
yorgun sesiyle Begüm ne kadar çok merak etse de, omuzlarını dikleştirip.
“Ne
halt yediğinizden haberim yok ama umarım bu işin sonunda kendimizi
nezarethanede bulmayız umarım. Çünkü beni nezarethaneden hemen çıkaracak ortada
bir babam yok.”
Enes,
Begüm’ün dedikleriyle gülüp. “Emin ol öyle bir şey olursa mezbahanede değil.
Ülkenin en eğitimli askerleri tarafından tavana ters bir şekilde asılırız. Ve
babam beni kurtarmak yerine dayak attırır.”
Begüm
dehşetle bakarken, “Ne kadar iyi teselli veriyorsun cidden ya!”
“Teveccühünüz
canım teveccühünüz!”
Yorumlar
Yorum Gönder