Kan Davası - 23. BÖLÜM

 Rehberdeki Nokta! 


"Cennet de cehennem de içimizde Basil," dedi."

Dorian Gray'in Portresi  -  Oscar Wilde


“Ağam, niye o çocuğa bu kadar iyi davrandınız ki?” Kılıç’ın sorusuyla, arabanın arkasında oturan Devran Ağa’nın çenesi kasılmıştı. Mavi gözleri dolmuş bir şekilde kucağındaki mavi badem şekerinde kalmıştı. Çocuk koymuştu kucağına.

“Kılıç sende fark ettin dimi kime benziyor?” diye sormasıyla, Kılıç söylenmemiş adla yutkundu.

Çelebioğlu’yla bu yüzden kan davası güdülmüştü. Bir su yeşil göz yüzünden Devran Ağa’nın koca ailesi yok olmuştu. Devran Ağa bir kez bile o su yeşil gözlüye kızamamıştı. Masumdu. Bu Mardin’de doğan tek masum insan bile o olabilirdi.

“Ağam, kandır çeker netice de.” Demeden edememişti Kılıç.

Devran Ağa bakışlarını dışarıya çevirirken. “Dün gece gözlerini görür görmez onun çocuğu sandım Kılıç. Oysa, gerçeği biliyordum. Bir an istedim onun çocuğu kapıma dayanmış olmasını istedim.” Devran Ağa’nın sözleriyle, Kılıç arabayı konak yerine meyhaneye doğru sürmeye başladı. Ağa’sı eskiye gitmişti yine.

“Kan, kan dimi. Bütün mesele de bu ya Kılıç! Çeke çeke ona çekmiş! O it abilerine amcasına çekeydi ne olurdu! Babasına çekeydi de ona çekmeyeydi! Ulan çekecek onu mu buldu! Ben bunu nasıl vurayım! Kılıç söylesene ben bu sabiyi nasıl vururum! Aynı bakıyor lan! Aynı konuşuyor!”

Devran Ağa’nın bağırışıyla Kılıç yutkunurken, Devran Ağa ise çenesini sıkmış bir şekilde öfkeyle oturuyordu.

“Ulan lakap diye taktı kafaya Mera gözlü işte ne olacak! İnsanın çenesi düşüklüğü bile benzer mi?” Devran kendi kendine konuşurken araba meyhanenin önüne gelmişti bile. Bu saate meyhane açık olmazdı ama Devran Ağa’nın uğrak mekanıydı. Devran Ağa bu mekâna her geldiğinde kapattırırdı. Tek içmeyi severdi. Acısını tek içmeyi severdi.

Devran Ağa, Kılıç’tan önce hareket edip arabadan inerken, mekânın içindeki garsonlar mekanı hazırlıyordu. Gördükleri Ağa’larıyla hemen kapıyı açıp.

“Ağam hoş gelmişsindir. Ama daha hazır değildik.” Diyen garsonla, Devran Ağa elini garsonun omuzuna koyup.

“Bekir çağırın bağa.” Demesiyle,

“Emrin olur ağam.” Diyerek hızla garson mekânın mutfağına giderken, diğer garsonlarda hemen mekânın en gözde yerinin örtüsünü serip masayı hazırlamıştı. Devran sandalyeye otururken, garsonlar dikkatle emiri bekliyordu.

İçerden ellerindeki sularını beline bağladığı önlükle kurulayan orta yaşlı bir adam çıkarken, gördüğü Devran Ağa’nın mavi gözlerine bakıp.

“Çocuklar bugün izinlisiniz. Gidin.” Demesiyle, çalışanlar yavaşça ayrılırken, Bekir Devran Ağa’nın tam karşısına oturmuştu.

Devran Ağa’nın ise zoruna gidiyordu. Gözleri hafif nemliydi. Her an ağladı ağlayacak hali varken, karşısındaki adam iç çekip geri ayağa kalktıktan sonra içeri girmişti. O sırada ise mekân tamamen boşalmıştı. Bekir beş dakika sonra elinde koca tepsiyle içeri girerken, Devran Ağa’nın bakışları beyaz masa örtüsündeydi.

Bekir elindeki alüminyum tepsiyi masaya koyduktan sonra içindeki yetmişliği masaya koyduktan sonra, iki tane bardak çıkarıp birini Devran Ağa’nın önüne koydu, diğerini ise kendisinin önüne. Tepsinin üstündeki mezeleri ve su dolu sürahiyi de koyduktan sonra tepsiyi, diğer masanın üstüne koyduktan sonra yavaşça sandalyesine oturmuştu ama Devran Ağa yetmişliğin şişesini eline alıp uzun ince bardağının hepsini doldurduğunda Bekir güldü sadece.

“Çarpar.” Demeden edememişti Ağasına.

Devran Ağa şişeyi masaya koyduktan sonra bardağı eline alıp sinirle kıkırdadı.

“Dün gece çarptılar zaten bana Bekir. Kapıma gelen bir yeşil göz çarptı.” Dedikten sonra bardağı kafasına dikmişti.

Devran Ağa içkisini bir dikişte içerken, Bekir ise bardağına azıcık rakıdan koyduktan sonra sürahide suyu da kattıktan sonra yavaşça içmeye başlamıştı.

“Ölüler dirilmediyse, senin kapına hangi yeşil gözlü dayandı Ağam?” Bekir’in sorusuyla, Devran’ın çenesi kasılmıştı.

“Rahmi’nin oğlu.” Demesiyle, Bekir’in kaşları çatılmıştı.

“Aziz Ağa’nın ne işi vardır Ağam?” Bekir’in tahmini mantıklıydı ama Devran’ın elleri yumruk olmuştu.

“Keşke Aziz olaydı, Bekir. En küçükleriydi gelen. Öleni. Hani bebekken ölen vardı ya. Ölmemiş. Çocukken hemşire tarafından satılmış.” Dedikten sonra gülmüştü dediklerine. Kendisi bile bu olanlara inanamıyordu.

Bekir ise duyduklarıyla kalakalmıştı.

“Dün akşam kapıma geldi. Donmuş. Bilmiyormuş evlerini. Gece gelmiş buraya bakmış ışıklar açık beni kapıyı çaldı. Korumalar çağırınca kapıya gittim. Bir de ne göreyim Bekir. Aynı göz aynı gülüş, ulan tek fark cinsiyetti be! Onun çocuğu zannettim bir an. Sonra aklıma geldi. Kafasına ben sıktım. Nereye çocuğu oluyor!”

Devran Ağa’nın dedikleriyle, Bekir iç çekmeden edemedi.

“Bir hataydı be Ağam. Yıllar geçti üstünden…” Bekir’in sözlerini Devran Ağa’nın havaya kalkan eli kesmişti.

“Deme onu Bekir. Bu eller…” derken ellerini öne uzatıp. “Bir masumu aldı. Günahsız olduğunu bildiğim halde bir can aldım ben. Deme bağa bunu. Hata deme! Hata değildi. O da kapıma dayanmıştı böyle.” Devran Ağa gülmeden edemedi.

Bekir iç çekip gözlerini Ağasından alırken, Devran Ağa da elindeki yarısı dolu bardağa baktı.

“Babamın saati kayboldu.” Derken sesi o kadar acıydı.

“Allah, bu dünyada yapılanın cezasını öteki tarafa bırakmazmış ya… Bırakmıyor işte. Günahımın bedelini yine karşıma çıkardı. Ertesi gün babamdan tek yadigarımı da kaybettim. İnsan gözünden sakındığını hep kaybediyor.”

Devran Ağa’nın sözleriyle Bekir’in gözleri dolmuştu.

“Çelebioğlu ailesine benden rahat yok da ben o masuma nasıl kıyacağım? Yine yapabilir miyim? Bekir bu sefer canımdan başka kaybedecek bir şey yok. Bir masumun daha canını alsam ölür müyüm?”

 

**

 

“Anam!” Serhat pusetteki mavi cibinliğiyle uyuyan bebeğe bakarken, yanında ayakta duran Dilan ablasını umursamadan gözlerini sadece bebeğe dikmişti. “Ya bu çok tatlı! Ben şimdi dayı mı oldum?” diye sorarken su yeşili gözlerini ablasının gözlerine dikmişti.

Dilan en küçük kardeşlerinin tamamen bir enerji topu olmasını beklemiyordu. Tanıştıkları an yeğenim de yeğenim diye tutturmuştu Serhat. Dilan Hanım’da küçük kardeşinin isteğini yerine getirip küçük odaya götürmüştü. Yarım saattir Serhat’ın bebeğe nameler dökmesini dinliyordu.

“Oldun. Dayı oldun, k-kardeşim.” Dilan Hanım son kısmı zar zor söyleyebilmişti. Yıllarca ölü bildikleri kardeşlerini sapa sağlam şekilde görmek hala psikolojisine iyi gelmiyordu. Hele ki, kız kardeşini daha yeni toprağa vermişken bu olayın acısı onu sersemletmişti.

“Serhat, Serhat.” Dedi Serhat belini dikleştirip ablasına bakarken. Dilan anlamayarak Serhat’ın hınzırlıkla parlayan gözlerine bakarken.  Serhat tatlı bir şekilde gülümseyip. “Serhat de ablam. Biliyorum, bir anda Magnum çubuklarında hediyeler gibi hayatınıza girdim. Bu olayı hazmetmek için çok zor olduğunu biliyorum. O yüzden hemen kardeşin olarak sarıp sarmalamana gerek yok güzelim. Sen bana Serhat desende olur. Hem senin gibi bir güzel kadınla abla kardeş olmamız kaderin büyük bir oyunu olmalı.” Demesiyle, Dilan’ın gözleri dolu dolu olmuştu.

“Abim derken haklıymış. Seni kim büyüttü böyle?” Dilan’ın sorusuyla, Serhat hızla Dilan’ın dibine gidip, ellerini uzatıp parmaklarını fazla dokundurtmadan göz yaşlarını silerken. 

“Ya ağla diye demedim. Şu incilerine yazık, incilerini kendine saklaman gerek. Herkes için incilerini dökmemelisin ama.” Serhat’ın sözleriyle, Dilan dudaklarını dişlerken zorla gülümsemeye çalışmıştı.

“İşte böyle gülümse! Hiçbir kadın incilerini dökerken güzel gözükmez. Kadınlar gülerken çok güzeller.”

“Ooo, ablama mı yavşıyorsun gelir gelmez?” Baran’ın sorusuyla Serhat hemen ellerini Dilan ablasının yüzünden çekip havaya kaldırdı.

“Valla ikidir kadınların yanında basıyorsun beni yalnız!” Serhat’ın sözleriyle Dilan kaşlarını çatıp.

“Ne basması?” diye sorarken, Baran’ın yüzü utançla kızarmıştı ki, Serhat hızla kapıya doğru gidip Baran’ın koluna kolunu takıp.

“Pavyonda bastı abim beni!” demesiyle, Dilan şoka uğramıştı. Baran ise dehşetle koluna dolanmış kardeşine bakıyordu. Serhat’ın kendisine darılacağını düşünmüştü ama Serhat geldiğinden beri her şeyi mizaha vuruyordu.

“Baran, Serhat ne diyor? Kaç yaşında bu çocukta pavyona gidiyor? Babam duyarsa valla bacaklarınızı kırar!” ablalarının sözleriyle Baran yutkunurken, Serhat kocaman sırıtıp.

“Bacaklarım kırılsa bile, sürüne sürüne giderim ben pavyonuma!”

Serhat’ın sözleriyle, Baran kaşlarını kaldırırken. Dilan ise bebeğinin hala uyuduğuna emin olduktan sonra.

“O senin sürünerek gideceğin pavyon hangisi acaba?” Dilan çocukla yeni tanıştığını biliyordu. Ama bu tarz şeyler ailelerine tersti. Babaları sinirlendiğinde cidden ters bir insandı. Dövmezdi ama keşke dövse derdiniz. Bu yüzden Dilan kardeşlerinin her hatalarını babaları duymadan düzeltmeye adamıştı kendisini yıllarca.

Serhat başını Baran’ın boştaki omuzuna koyarken, Baran’ın bedeni kasılmıştı.

“Özlem, gönlümün pavyonudur. Gözleri beni sarhoş eder, en güzel şakılar dilinden çıkar. En güzel içkiler onun elinden içtiklerimdir. Ah zalımın kızı!”

Dilan anladığı şeyle gözlerini kapatmıştı. “Özlem sevgilin. Allah seni ne yapmasın Serhat! Babamın yanında böyle konuşma valla, camiye kapatır seni.” Demesiyle, Serhat gülerken.

“Cık ablacım. Eskiden di. Aha şu koluna girdiğim abim olacak şahıs yüzünden ayrıldık biz. Daha doğrusu acımasız babası bizi ayırdı. Aramıza mesafeler girdi. Anlayacağın kalbi kırık bir genç bulunuyor şu an karşında!” Serhat’ın alayla söylediği sözler Dilan’ı şoka uğratırken, Baran’ı ise kırmıştı.

Serhat Baran’ın kolunu sıkarken. “O değil de ben çok yoruldum ya! Bana bir döşek verinde uzanayım.” Derken gözleri mahmur bir şekilde bakıyordu.

Dilan titrek bir nefes alıp. “O-Odan hazır paşam. Gel ben seni odanı götüreyim.” Derken gözleri tedirginlikle Baran’dı. Baran’ın ela gözleri dolmuştu.

Serhat başını omuzundan kaldırıp kapıdan çıkarken. “Valla iyi olur ya! Ama yorgan istemem. Pike verin yeter. Cehennem sıcağı mübarek. Devran abinin konağındaki odalar çok sıcak. Bir de salak gibi üşürüm diye yorgan istedim, sabah bir baktım beş kilo kaybetmişim.”

Serhat’ın sözleriyle, Baran’ın elleri yumruk olurken Dilan’ın Devran mevzusundan bile haberi yoktu. Serhat’ın eve sapa sağlam geldiğini görünce eşelememişti. Daha sonra konuşuruz diye düşünmüştü ama Serhat’ın koridorda söyledikleriyle bedeni kasılmıştı. Babalarına bu durumu nasıl açıklayacaklarını düşünüyordu.

Dilan kendine hızla gelip, Serhat’ın arkasından odadan çıkarken hızla merdivenlere yöneldi.

“Demek öyle.” Demekten geri alamamıştı. Serhat’ın yorgun bedeni sallanıyordu.

“Akrabanızmış zaten. İyi bir abiye benziyor biraz asabi ama şimdi düşününce buradaki herkes asabi gibi.” Serhat merdivenleri çıkarken dedikleriyle, Dilan’ın bedeni sinirden titriyordu.

“Akrabamız ama iyi bir adam değildir, Serhat. Bir daha Devran’ı görürsen onunla pek konuşmamaya çalış. İnsanın kalbini acıtmasını iyi bilir.” Dilan’ın sesinin altında büyük bir acı vardı.

Serhat’ın adımları yavaşlamıştı. Üst kata çıktılarında, Dilan en sondaki odaya doğru götürmeye başladı. Ama Serhat’ın bakışları ablasının sırtındaydı.

“Kız yoksa akraba sevgililiği mi var? Akraba ilişkilerine pek sıcak bakmıyorum benden söylemesi!” derken sesi eğlenir gibi çıkmıştı ama gözleri donuktu.

Dilan zorla tebessüm edip, ahşap kapıyı açarken, bembeyaz bir oda karşılamıştı ikisini de ortada ise siyah oyma ahşaptan yapılmış bir yatak vardı. Yatağın çarşafları bile kar beyazıydı. Yatağın yanında iki tane komodin ve en dipte iki kapaklı bir dolap vardı. Camın ise beyaz perdeleri çekilmişti.

Serhat kocaman gülümserken. “Kız burası geleceğimden parlak!” demesiyle, Dilan gülümseyip.

“İstediğin gibi boyaman için bu odayı odan yaptık. Aslında doğduğunda odan annemle babamın yatak odasının yanıydı. Bir aşağı kattı. Ama orayı kapatalı çok oldu. Hem odada banyo yoktu. Bir de hala bebek mavisi renginde duvarları. Beşiği hiç saymıyorum bile...” Dilan ne dediğini anladığı an susmuştu. Serhat’ın ise donuk bakışları daha çok donmuştu. Bedeni hafiften titriyordu.

“Mezar nerede?”

Serhat’ın sorusuyla Dilan hızla Serhat’ın yüzüne bakmıştı ki, Serhat ablası ona döner dönmez kocaman gülümsemişti.

“Kimin?” Dilan’ın sorusunun anlamı büyüktü.

Serhat’ta bir an donmuştu ama bunu ne Dilan fark edebilmişti ne de Serhat’ın aklı.

“Bebeğin… Yani babamın mıydı bebek? Diye merak ediyorum. Bu olayı öğrendiğimden beri tek düşünebildim şey. Babamın gerçek çocuğunun mezarı oldu.” Serhat’ın bir haftadır içinde tutuğu soruyla Dilan’ın gözleri dolmuştu.

“Bunun için mezarı açtırmamız gerek. Kimin çocuğunu gömdüğümüzü bilmiyoruz. Ama babam bu konuyu açmayı istemiyor Serhat. Yani kimi gömdük bilmiyoruz ama yine de bir bebeği gömdük. Babam bunu dinen de vicdanen de kabul etmez. Mezarın yerini söyleyebilirim ama… Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Yani bu merak iyi bir şey değil. Hem yanında…” Dilan yutkunmuştu. Serhat ise sabırla ablasının konuşmasını dinliyordu. “K-kardeşim gömülü.”

Dilan son sözlerini söyledikten sonra hızla kapının önünden ayrılıp koşarak aşağıya inmeye başlamıştı ki, Serhat kadının ağladığını hıçkırıklarından anlamıştı.

Serhat odaya bir adım atıp kapıyı kapattığında, kapının arkasına konan mor valiziyle alayla sırıtmadan edemedi. Kapıyı kapatırken, anahtarı görünce iç çekip kapıyı kilitledi. Kabuk tutmuş bir yarayı açmak istemiyordu ama ortada büyük bir suç vardı. Serhat ne kadar bunu sineye çekmeye çalışsa da her düşündüğünde delirecek gibi oluyordu. Doğru kimseye küsmezdi, kinlenmezdi, kızmazdı ama bu durumda herkesin masum olmasına dayanamıyordu.

Cebine koyduğu telefonu çıkarırken yatağa uzandı. Aşağıya bıraktığı bombanın büyüklüğünü biliyordu.

Telefonun rehberinden tek noktaya bakarken kaşları çatılmıştı. Serhat artık her şeyin ağırlığının altında eziliyordu.

Tek noktayla kaydedilmiş kişiye dokunduktan sonra kulağına götürdü telefonu.

Telefon dört defa çaldıktan sonra açılmıştı.

“Öz ailenin yanına koşmuşsun.” Bariton ses Serhat’ın kulağına dolduğunda derin bir nefes alıp.

“İkisi de ailem. Her neyse, bunu seninle tartışmak istemiyorum. Bunun için aramadım seni.” Derken dudaklarını dişlemeye başladı istemsizce. Serhat artık ağlamak istiyordu. Gerçekten de ağlamak istiyordu. İçindeki daralmadan kurtulabilecekse ağlamak istemiyordu.

“Ne için aradın o zaman beni. Biliyorsun ki zamanım yok. Kısa kesersen mutlu olurum.” Sesin altındaki manayı çok iyi anlamıştı Serhat.

“Tek bir soru soracağım. Lütfen doğruyu söyle.” Serhat’ın sesi yorgun çıkmıştı istemsizce. Bedeninden çok ruhu yorgundu on sekiz yaşındaki gencin.

“Sor. Ne zaman yalan söyledim sana bilmiyorum ama bu cevabımda da doğruyu söyleyeceğim.” Serhat bu sözlere cidden güvenmek istiyordu ama dokuz yıl önce hastanede ona yalan söylemesini tembihleyen adama nasıl güvenebileceğini de bilmiyordu.

“Annem. Annemin ölümü gerçekten bir kaza mıydı?” Serhat’ın bunca zamandır aklında olan bir soruydu. Leman teyzesinden gerçekleri öğrendiğinden beri aklını kurcalıyordu bu soru. Babaannesi yaşasaydı baş şüphelinin o olacağını biliyordu. Böyle bir gerçeği asla oğluna söyleyemeyecek kadar gururlu olduğunu babasından çok duymuştu.

Karşı tarafta kısa bir an sessizlik olmuştu. Serhat beyaz tavana bakarken bedeni korkudan ve sinirden titriyordu. Ağlayabilseydi bağıra çağıra ağlayabileceğini biliyordu.  Serhat tek bir kelimeyle öyle bir yatakta doğrulmuştu ki, boynundan çıt sesi gelmişti.

“Hayır.”

“Ne demek hayrı? Annemi öldüren şoför hapse girdi… Annemi kim neden öldürmek istesin ki?” Serhat’ın soruları titrek ve dehşetle doluydu.

“Tek bir soru demiştin. Bundan sonraki sorularını cevaplamam hiçbir neden yok Serhat. İşlerim var. Kapatıyorum. Bir de Devran denen adam fazla muhabbetin olmasın.” Dedikten sonra Serhat’ın yüzüne telefonu kapatmıştı.

Serhat’ın eli yavaşça yatağa doğru düşerken telefon elinden fırlayıp parkeye düşerken gözleri donmuştu. Serhat hiçbir zaman aptal olmamıştı. Herkes ona aptal muamelesi yaptığında bile o sadece gülümsemişti. Gerçek düşüncelerini insanlara gösterirse, ondaki tuhaflıklarının daha fazla göze batacağına inanmıştı. Annesi öldüğünde babası acısından otopsiyi bile kabul etmemişti. Annesini yıkamışlar ve toprağa yerleştirmişlerdi. Ve babası acısından dünyaya kör olmuştu. Serhat’ın yapacak başka bir işi yoktu. Koskoca Taş ailesinden sadece ikisi kalmıştı. Mecbur kalmıştı her şeyin yükünü üstlenmeye. Aç kurtlar yüzünden her şeyi üstlenmek zorunda kalmıştı.

Annesinin her zaman araba kazası yüzünden öldüğünü biliyordu. Ama bir haftadır bu olay yüzünden annesinin ölümünden bile şüphe duymaya başlamıştı. Annesi araba kullanmada usta şoförlere taş çıkartırdı. Ama bir şekilde kaza olmuştu. Şüphelenememişti. Ne usta şoförler kazaya karışıyordu annesi mi karışmayacaktı. Ama bu son bir haftadır koca yalının içinde dönen sırlardan şüphelenmeden edememişti. Şüphelerinin doğru çıkmasına bile sevinemiyordu. On sekiz yıldır yaşadığı yalıda neler dönüyordu.

Serhat yere düşen telefonunu eğilip alırken acıyan boynu yüzünden inlemeden edemedi. Yataktan hızla kalkarken yapmış olmalıydı. Serhat bu yapacağı hareketinin sonucunu biliyordu. Tek duasının babaannesinin onu bilerek bu aileden almamasıydı. Babaannesi böyle bir şey yaptıysa bu olayın sonucunun neler olabileceğini dahi tahmin edemiyordu.

Hızla rehberinden ‘Enes’i bulup aradı. Enes sanki aramasını bekliyormuş gibi ilk çalışında açmıştı.

“Enes, evde misin?” Serhat’ın sesi o kadar soğuk çıkmıştı ki, karşı taraftaki genç seslice yutkunmuştu.

“Evdeyim. Balkona çıkıyorum.” Enes’in sesindeki suçluluk duygusu yapışmış gibiydi. “Balkondayım şu an kanka. Bak ben…” Enes’in sözünü hızla kesti Serhat.

“Haklıydın. Ben duygusuz bir şerefsizin önde gideniyim. Şu an Mardin’deyim hata… Enes, bana kızgınsın biliyorum ama sana çok ihtiyacım var.” Serhat yutkunarak konuşmuştu.

“Ne diyorsun kanka sen? Hemen geleyim yanına…” Serhat yine hızla kesmişti gencin sözlerini.

“Babanın kasasındaki bilgisayarı alabilir misin? Enes biliyorum. Babanın odasındaki kasadan nasıl haberim olduğunu daha sonra söylerim ama bana o bilgisayara lazım. Aldığın an buraya gel. Begüm’ü de yanına getir.”

“Serhat sen ne diyorsun adamın bilgisayarını nasıl alayım ben! Hem Begüm’ü niye bu işe ortak ediyorsun ki? Bak cidden beni korkutuyorsun şu an. Neyi merak ediyorsan babama sorayım. Babam cevaplar zaten…”

“Söylemez! Söylemez Enes! Söyleyecek olsaydı yıllar önce söylerdi! Bak eğer yapamayacaksan ben ilk uçakla gelir çalarım. Sen sadece kimseye söyleme yeter.” Serhat ayağa kalkarken kurmuştu bu cümleleri. Diğer eli boynundaydı. Boynunu ovalarken gözleri perdenin arkasındaki konağın avlusuna bakıyordu.

“Vatana hainlik etmeyeceğiz değil mi? Yani bak! Babamı zor duruma düşürmeyeceğiz değil mi Serhat? Adam sadece gururuyla yaşıyor. Ben babama böyle bir şey yapamam. Eğer babama dokunmayacaksa yaparım. Ama bu işin sonunda babama dokunacaksa kusura bakma kanka ama yapamam. Sen bu işin sonunda bile bir şekilde kurtulursun ama biz bu işin sonunda eziliriz. Bana sadece bir şeyin güvencesini ver, devletle ilgili değil dimi?” Enes’in sözleriyle Serhat istemsizce ensesini sıkmıştı.

“Yok. Bu işin sonunda sanırım sadece yanan ben olacağım Enes. Bu sefer beni kurtarabilecek bir Gökhan amcanın olacağından bile şüpheliyim.” Derken titreyen bacağına kısa bir an baktı.

“Anladım. Tamam, alırım ben. Aldığım an seni ararım. Begüm’ü de alır Mardin’e geliriz. Benden haber bekle.” Dedikten sonra kapatmıştı.

Serhat telefonu geri cebine koyarken cebinde hissettiği soğuk metalle, telefonu cebinde bırakıp soğuk metali yavaşça çıkartırken eline gelen gümüş saate bakarken yarım bir şekilde sırıttı. Yarım saat içinde öğrendiklerinden sonra ağlaması gerekiyordu. Bir ağadan çaldığı saate bakarken gülümsemesi değil.

“Badem şekeri, annem ölmemiş. Oysa, ben annem araba kazasında öldü diye bir kez bile arabanın şoför koltuğuna oturmadım. Ön tarafa otururken bile tedirgin olurdum… Sence benim melek annemi kim öldürmüş olabilir?”

Serhat bunları öyle bir fısıldamıştı ki, sanki saatin ona cevap verebileceğini düşünmüştü ama bu sorularının cevabını ancak o bilgisayardan bulabileceğini biliyordu.

Yavaşça yatağa otururken yatağın beyazlığına utanmadan edememişti. Yastığa başını koyarken çenesi titriyordu ama gözleri dolmamıştı bile. Herkesin dediği gibi belki de duygusuzdu. Belki de psikopattı. Serhat donuk gözlerini perdelere dikerken tek düşünebildiği şey annesinin son günüydü.

“Ben dışarı çıkarken, sen de Erhan amcanı üzmeyeceksin tamam mı benim yakışıklım?” Serhat annesinin küpelerini takmalarını izlerken dudaklarını büzmüştü.

“Ne zaman geleceksin? Erhan amca bana sürekli oyuncak veriyor. Ben seninle tekneye binmek istiyorum.” Serhat’ın sesi o kadar mızmız çıkmıştı ki, sarışın kadın gülüp bir dizine çökerek oğlunun bir yirmilik boyuyla kendini eşitlemişti.

“Oğlum, gitmemle gelmem bir olacak. Hemen geleceğim anladın mı? Ondan sonra tekneye binebiliriz. Daha sonra o çok sevdiğin fakir tatlısından yaparız tamam mı?” diye sormasıyla, Serhat’ın gözleri parıl parıl bakarken kocaman gülümsemişti.

“Fakiy tatlısı değil! Ekmek tatlısı! Seyfi abi öğretti bana. Çok güzel! Hem tatlının cebi yok ki fakiy olsun.” Serhat’ın sözleriyle, annesi kocaman gülümserken oğlunun su yeşil gözlerinin kapaklarından öperken.

“Sen ne dersen o beyefendi. Bir İstanbul Beyefendisi gibi beni bekleyin lütfen. Ondan sonra bütün zamanımı sizin gibi bir yakışıklı beyefendiye ayıracağım!” dedikten sonra hızla yanağını çevirmişti.

Serhat annesinin boyalı yanaklarını öperken dudağına bulaşan pudradan nefret etse de kocaman kocaman öpmüştü.

“Bende o zaman bu güzel hanımefendinin yollarını gözleyeceğim.” Derken annesine benzemeye çalışmıştı.

Annesi kocaman gülerken, Serhat’ta annesini taklit ederek gülmüştü.

Serhat o anın son anları olduğunu bilseydi, annesinin gitmemesi için daha çok çabalayacağını her zaman kendine söylerdi. Babasına söyleyemediği en büyük acısıydı.

Serhat altındaki çarşafı sımsıkı sıkarken yüzünü yastığa gömüştü. Diğer elindeki saati yastığının altına koyarken, gözlerini sımsıkı kapattı.

Cebindeki titremeyle telefonunu çıkarıp ekrana baktığında hüzünle gülümsemeden edemedi.

“Teyzen beni batırmaya ant içmiş! Gel beni kurtar oğlum.”

Babasının mesajıyla titreyen dudaklarıyla dışarı nefesini vermişti. Babası bunu biliyor muydu? Biliyordu. Bilmeseydi, şoförü hapiste yok eder miydi? Serhat anladığı şeyle gözleri büyümüştü. Yıllarca babasının yaptığını söylemişlerdi ama hayır.

“Ulan… Bizim kimseye zararımız yok ki.”

Serhat bunları sürekli düşünürse sonun ne olacağını bildiğinden babasına komik bir emoji gönderip gözlerini tamamen kapattı. Uyumalıydı. Bu olayları da sindirmiş gibi yaparken en iyi yardımcısının uyku olduğunu çocukken öğrenmişti. Sessizce uyumalıydı. Uyurken zorla gülümsemesine gerek yoktu. Ya da insanlar ağlamasın diye şaklabanlık yapmasına gerek yoktu. Uyku Serhat’ın en sevdiği faaliyetti.

Serhat’ta en sevdiği faaliyeti gerçekleştirdi.

 

-

Aşağıda ise ayrı bir kıyamet kopuyordu.

“Ne demek Devran itinin arabasından indi Baran! Kan davalımız Allah rızası için! Adam o günün acısını hala güdüyor!” Ablasının sözleriyle Baran’ın yumruk olmuş ellerinin boğumları ortaya çıkmıştı.

“Biliyorum abla!” diye bağırırken gözleri odadaki aile resmine takılmıştı. Çocukken çekilmiş bir fotoğraftı. “On sekiz yıl öncenin acısını hala güttüğünü biliyorum o adamın! Ama dedemin olayı! Hem Serhat’ta bir şey yapmamış işte. Hem sen demedin mi bir daha görüşmeyecekler diye! Söyleriz, korumalara da gideceği mekanlara kadar takip ederler. Babama söyleme Allah rızası için. Adam zaten kızının acısından delirdi. Devran’ın Serhat’ı öğrendiğini öğrenirse bu sefer o konakta kimse kalmaz!”

Baran’ın acı dolu sözleriyle, Dilan’ın yüzü kasılmıştı. Kardeşinin haklı olduğunu biliyordu ama yukardaki çocuğun hiperaktifliği onu istemsizce eskilere götürmüştü.

“Ona benziyor, Baran. Bu yüzden bir şey yapmamıştır. Abime ne kadar benzerse benzesin duruşu bakışları, konuşması, gülüşünün tınısı o. Sanki topraktan dirilmişte bize yaptığımız hatayı göstermek için ortaya çıkmış gibi.” Dilan’ın kısık sözle söyledikleriyle Baran donmuştu.

“Sakın abla! O kansızla kardeşimi benzetemezsin! O kadın yüzünden başımıza bunlar geldi! Onun yüzünden İstanbul’a gittik biz! Eğer o kadının sözlerini babam dinlemeseydi kardeşimiz bizimle olacaktı. Bizimle büyüyecekti. Dedemin aklını karıştırdı! Koca Mardin’i birbirine kattı o kadın! O masum çocuğu o kadına benzetemezsin!”

Baran’ın sert çıkışıyla Dilan donmuştu. Dilan, o zamanlar Baran’ın çocuk olduğunu biliyordu ama herkesten çok Baran’ın duygularıyla yaşadığını bildiğinden bu kinin nedenini de anlayabiliyordu ama o kadın onların akrabasıydı.

“Halamız o bizimiz.” Dilan’ın basit sözleriyle, Baran yüzünü buruşturup.

“O orospunun halalığı batsın abla! Babamın yanında da böyle konuşma valla. Hele annemin yanında sakın konuşma. O kadın yüzünden çekmediği kalmadı kadının! Bırak bu olayın peşini! Ben Devran itini sıkıştırırım köşeye!”

Baran hızla odadan çıkarken son sözlerini de söylemişti. Dilan koltukta öylece kalakalmıştı. Gözleri dolu dolu yere bakıyordu. Küçük kardeşlerinin eve geldiğine sevinmek istiyordu ama tarihinin tekerrür etmesinden de korkuyordu. Ne kadar halasının istediğini yapan bir kadın olduğunu da bilse, Serhat’ın da aynı huyları paylaşmasından korkuyordu. Halası gibi bir kader yaşamazdı ama kandı işte. Aynı yoldan yürüyeceğinden korkuyordu.

“Keşke Mardin’e hiç gelmemeydi.”

 

**

 

“Enes, biz ne arıyoruz burada?” Begüm ilk defa gördüğü evin içine bakarken şaşırmadan edememişti. Ev iki katlı bir villaydı. Şehirden epey uzaktı ki, etrafındaki korumaları da unutmamak lazımdı. Şimdi ise evin çatı katındaki çalışma odasındaydılar.

“Babamın kasasını.” Diyebilmişti Enes. Enes’in etrafa bakarken gözleri titriyordu. Bu yapacağı şeyin babasının kulağına giderse babasının ihanet dolu gözlerini görmek istemiyordu.

Begüm çalışma odasının siyahlığından bunalmış bir şekilde etrafa bakmaya başladı. “Babanın kasasını ne yapacaksın? Bir de bu beni neden ilgilendiriyor?” diye sormasıyla, Enes iç çekip babasının masasının arkasındaki siyah deri patron koltuğa otururken.

“Serhat istedi. Bir halt dönüyor, Begüm. İlk defa sesinde soğukluk hissettim çocuğun. Babamın şifreli bilgisayarını isteyecek kadar ne halt dönüyor bilmiyorum ama bir şeyler oluyor.” Enes’in dedikleriyle Begüm’ün gözleri büyümüştü.

“Serhat neden kendisi gelemdi?” diye sorarken sesinde endişe vardı.

Enes Begüm’e daha gerçekleri söylemediklerini hatırladığında yutkunup. “Babamlar gelmeden bulmalıyız. Serhat şu an şehir dışında. Bulur bulmaz onun yanına gitmeliyiz Begüm.” Dedikten sonra kalkıp duvardaki tabloları indirmeye başlarken, Begüm iç çekerek odadaki büyük kitaplığa yönelerken, kitaplığın üstündeki fotoğrafla donmuştu.

“Serhat sen iç işleri bakanını nereden tanıyorsun?” Begüm iç işeri bakanına sarılmış olan Enes’in fotoğrafına şaşırmadan edememişti.

Enes, Begüm’ün bu gerçeği de bilmediğini anladığında yutkunup.

“Babam. Babamı tanımayacağımda kimi tanıyacağım Begüm.” Demesiyle, Begüm şokla nefesini tutmuştu.

“Ne?”

Enes Begüm’ün yanına gelip fotoğrafı uzaklaştırırken. “Babam işte Begüm. Bu yüzden Serhat bilgisayarın peşinde. MİT bilgisayarına ihtiyacı var. Şifresini benim bildiğimi bildiğinden istiyor.” Derken kitaplığın altındaki kitapları yavaşça kenara çekerken derin bir nefes aldı. Babasının kasasının yerini değiştirdiğini düşünmüştü ama hala aynı yerdeydi.

Begüm öğrendiği bilgilerle donarken. “Bu yüzden emniyette gelmedin. Baban ve Kemal amca arasında bağlantı olduğunu öğrenirlerse… Bunu neden en baştan söylemedin ki!” 

Enes, kasaya kendisinin ve abisinin doğum gününü girerken. “Ne diyecektim Begüm? Babam iç işleri bakanı medyaya çıkamam. Bir suç olayına karışamam. Çünkü yaptığım her hareket ailemi etkiler mi? Öğrenmemeniz daha hayırlısıydı.” Derken açılmış kasanın içindeki siyah mini bilgisayarı çıkarırıp kasayı yeniden kapattıktan sonra kitapları yerine koyarken, Begüm dehşetle Enes’e bakmıştı.

“Bana söyleyebilirdin mesela. Arkadaşız sanıyordum.” Begüm’ün kırgınlık dolu sözleriyle, Enes iç çekip.

“Begüm, bunu Serhat’tan başka kimse dahi bilmiyor. Bir de medya ama ortaya çıkmadığımızdan pek medyaya da da yüzümüz yok. Okula bile beni Kemal amca kaydettirdi. Lütfen bu bilgi gizli kalsın. Sende bilmiyormuş gibi yap.” Derken kucakladığı mini laptopla, kapıya doğru yürümüştü.

Begüm ne kadar bağırmak istese de şu an sırasının olmadığını biliyordu.

“Şimdi mi gideceğiz?” diye sormasıyla, Enes başını sallayıp merdivenlerden inmeye başladı. İkinci kattaki odasına girerken hızla laptopu laptop çantasına koyarken, çantayı da sırt çantasının içine koyup.

“Arabayla gitmeliyiz. Bu bilgisayarı uçakla götüremem. Uzun yolculuklara alışıksın değil mi?” diye sorarken birkaç kıyafetini de dolabından alıp çantaya doldururken.

Begüm ne olduğunu dahi bilmezken iç çekip.

“Bir çanta hazırlamama gerek yok. Gittiğimiz yerden bir şeyler alabilirim değil mi? Beni dağ başına götürmüyorsundur umarım. Bir de Amerika’ya uçakla gitmiştim bu sayılıyor mu?” diye sormasıyla, Enes, birkaç tişört ve belinde ipleri bulunan şortlarından atmaya başladı. Bu laptopla fazla etrafta bulunmak istemiyordu. Çantasına resmen devletin gizli bilgilerinin bulunduğu kara kutuyu atmıştı.

“Benimkilerden idare edersin. Mağaza bulana kadar. Dağlık bir yere gittiğimiz doğru da dağ başı değil. Mardin. Serhat Mardin’de.”

Begüm duyduklarıyla şok yaşarken.

“O salak Mardin’de ne yapıyor?”

Enes çantasını sırtına alırken, “Arabada anlatırım, Begüm. Şu an anlatabileceğim bir şey değil.”

Enes’in yorgun sesiyle Begüm ne kadar çok merak etse de, omuzlarını dikleştirip.

“Ne halt yediğinizden haberim yok ama umarım bu işin sonunda kendimizi nezarethanede bulmayız umarım. Çünkü beni nezarethaneden hemen çıkaracak ortada bir babam yok.”

Enes, Begüm’ün dedikleriyle gülüp. “Emin ol öyle bir şey olursa mezbahanede değil. Ülkenin en eğitimli askerleri tarafından tavana ters bir şekilde asılırız. Ve babam beni kurtarmak yerine dayak attırır.”

Begüm dehşetle bakarken, “Ne kadar iyi teselli veriyorsun cidden ya!”

“Teveccühünüz canım teveccühünüz!”




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AHPO - 51. BÖLÜM: 2. Sezon - 2. Bölüm:

Hayırsız Evlat - 16. Bölüm: Kill Me! -1

Hayırsız Evlat - 15. BÖLÜM: Tavşan Deliği!