Kan Davası - 17. BÖLÜM

 Ağlayamamak! 


"Bir kişiye bağlanıp kalmamalı: 

- en sevilen kişi bile olsa, 

- her kişi bir hapishanedir, bir kuytudur da."

İyinin ve Kötünün Ötesinde  -  Friedrich Nietzsche


Serhat odasındaki camın önündeki tekli koltukta otururken gözleriyle boğazdan geçen gemileri izliyordu. Aziz Çelebioğlu akşam yemeğine kalmadan yalından gitmişti. Serhat yalıda kalması için çok ısrar etse de istememişti Aziz. Aziz’de çocuğun her şeyi sindirmesi için yalnız kalması gerektiğini düşünmüştü. Serhat ise sadece gülümseyip, sabah kahvaltıya çağırmıştı.

O zamandan beri kendisini odasına kapatmıştı. Bu akşam yalıda akşam yemeği bile yenmemişti ki, oysa bu evde ne olursa olsun yemekler eksiz bir şekilde yenilirdi. İlk defa bu kuralı Kemal Bey’de, Serhat’a umursamamıştı.

Serhat’ın gözleri gemilerdeyken, sağ bacağını da sinirle salıyordu. Alkole ihtiyacı vardı. Hem de hemen bir alkole ihtiyacı vardı. Konyak, viski, votka ne olursa olsun bir alkole ihtiyacı vardı. Serhat ilk defa ağlamak istiyordu. Ağlamak istiyordu. Avazı çıktığı kadar ağlamak istiyordu. Yaşadığı her şeyin yükü bu sefer çok ağır kalmıştı. Serhat’ın kambur omuzları yıkılmıştı. Koca asfalta sırtındaki yüklerle devrildi devrilecekti.

Serhat’ın gözleri bir an odasındaki dijital saate kaydığında, saatin gece iki kırk yedi olduğunu görünce sırıtmadan edememişti. Babası uyumamıştı büyük ihtimal ki, Erhan amcasının da uyumadığından emindi. Babasıyla çalışma odasında takılıyor olmalıydılar. Serhat yanındaki sehpanın üzerinde duran telefonunu eline alıp, rehberden Enes’i bulduğu gibi arama tuşuna basıp kulağına götürdü. Telefon ikinci çalışında açılmıştı.

“Alo, abicim sen bu saate uyumadın mı hala ya!” Enes’in uyku mahmur sesiyle konuşmuştu ki, Serhat bir an arkadaşını uykudan uyandırdığı için mahcup olmadan edememişti.

“Uyandırdığım için özür dilerim. Önemli olmasaydı aramazdım.” Derken sesi kısık çıkmıştı ama telefonun diğer tarafındaki genç çok rahat bir şekilde duymuş olmalıydı ki, çarşaf sesleri geliyordu.

“Neredesin sen? Hemen geliyorum.” Enes’in sert sesiyle, Serhat burukça gülümseyip.

“Gelme, arabanı alıp uçuruma gelir misin? Bende oraya geleceğim.” Serhat’ın gözleri odasında dolanırken gözleri bir an yatağın yanındaki anne babasına ve kendisinin bulunduğu aile fotoğrafını görünce yutkunmadan edememişti. Onlar çok mutlu bir aileydiler. Son annesi öldüğünde o mutlu aile de fotoğraflara gömülmüştü. Serhat sürekli gülüşmeyerek babasını mutlu etmeye çalışmıştı. Annesinin yokluğunu doldurmaya çalışmıştı ki, Serhat şu an fark ediyordu ki dolduramamıştı.

“O derece kötü müsün lan? Tamam ben her türlü envai çeşit içkiyi arabaya dolduruyorum.” Diyerek yüzüne kapattığında, Serhat giyinme odasına gidip üstündeki kıyafetleri değiştirmek yerine sırtına bir tane deri mont alıp giydikten sonra ayaklarına da uzun askeri siyah botlarını giyerken, ayakkabılarının kıyafetlerine uymadığını biliyordu ama umurunda bile değildi. Ceketinin cebine cüzdanını tıkarken, telefonunu da göğüs cebine koyduğu gibi odasından sessizce çıkmıştı. Merdivenlerden inerken o kadar sessiz bir şekilde iniyordu ki, kendi evinde hırsıza döndüğünü düşünmeden edememişti. Gözlerindeki donukluk sanki bunca zaman ağlayamadığı için donmuş gibiydi. Bakışları donmuştu. Aşağıya indiğinde, gözlerini dışarı kapısı yerine bahçeye açılan diğer kapıya çevirip yavaşça oraya doğru gidip bahçeye geçtiğinde hızlı adımlarla bahçe duvarlarına yönelmişti. Serhat için bu duvardan atlamak her zaman kolay olmuştu. Çocukluğundan beri evden kaçmak istese tek başına her zaman bu uzun duvarlara tırmanmıştı. Serhat hızla duvara tırmanıp yandaki yalıya geçerken gözleri boş yalıda dolanmıştı. Yandaki yalının çocukluğundan beri boş durması hep onun işine yaramıştı. Yakalanma derdi asla olmuyordu bu sayede.

Yalının dışarı kapısından sessizce çıkarken ana caddeye çıkmıştı bile. Arkasına bakmadan yolda yürürken gözleri boşluktaydı. Tek düşünebildiği, her an kendini Sarıyer sahiline atıp atmamaktı. Gözleri denize bir an gittiğinde dudağını dişlemeden edememişti. Ölüm şu an onun için en büyük kurtuluş gibi gözüküyordu. Titreyen ellerini sakinleştirmek için yumruk yapıp açıyordu. Yalılardan uzaklaştığında, eliyle yoldan geçen bir taksiyi durdurup içine bindiğinde konuşmamıştı bile. Bugün yeteri kadar şaklabanlık yaptığını düşünüyordu.

Telefondaki konumu gösterip sırtını koltuğa bastırmıştı. Gözlerini sımsıkı kapatıp arabanın yolda ilerlemesini hissetmişti sadece. İki saat sonra taksi uçurumun aşağısında durduğunda, Serhat cüzdanındaki dolarlardan iki yüzlük çıkarıp taksiciye verip.

“Sağ olasın abi. İyi geceler.” Diyerek hiç düşünmeden arabadan indiğinde, taksici ıssız yerde emin bir şekilde yürüyen gencin sırtına bakmadan edememişti ki, daha sonra çocuğun verdiği paraya bakıp iç geçirmeden edememişti.

Taksice bir süre sonra ayrılırken, Serhat’a emin adımlarla uçurumun kenarına geldiğinde, Lamborghini’nin farları yanmış bir şekilde duruyordu. Arabanın kaportasına kıçını dayamış bir Enes duruyordu. Enes’in üstünde bir gömlek ve kargo pantolon vardı.

Enes’in gözleri Serhat’ı bulduğunda gülümseyip.

“N’aber lan yıkık!” diye bağırmadan edememişti.

Serhat kendisine bağıran arkadaşına gülüp.

“İyidir. Asıl sen nasılsın?” diye sorarken arabanın yanına gelmişti. Arabanın açık kapısından koltuğun üstündeki siyah poşetleri çıkarıp uçurumun kenarına doğru yürüdükten sonra yere çöküp poşetlerin içindeki ortaya çıkarırken, Enes’te arkadaşının yanına bağdaş kurmuş bir şekilde oturmuştu.

“Ben her zamanki gibiyim. Buraya benim derdim için gelmedik oğlum. Buraya ilk defa senin derdin için geldiğimize göre dökül!”

Enes’in otoriter sesiyle, Serhat elindeki viski şişesinin kapağını açıp hiç düşünmeden kafasına diktikten sonra, boğazındaki o tanıdık acı ve yanışla mutlu bir şekilde gülümseyip, dudaklarından şişeyi ayırdıktan sonra konuşmaya başlamıştı.

“Babam öz babam değilmiş.”

Enes duyduklarıyla donmuş bir şekilde arkadaşına dönmüştü.

“O ne demek lan!” diye bağırırken, Serhat arkadaşının bağırışını umursamadan içkisinden koca bir yudum daha aldıktan sonra omuz silkip.

“Bildiğin öz oğlu değilim. Doğduğum gün, bebekleri ölmüş babaannemde gidip, hastaneden beni çaldırmış ve oğluyla gelinine vermiş. Nasıl ama? Bakma bana öyle oğlum bende ilk duyduğumda senin gibi bakmak istesem de kendimi zor tutum.” Derken bir yudum daha içip gözleriyle uçurumdan karanlık denize bakmaya başladı.

Enes, Serhat’ın dedikleriyle yutkunup. “Kemal amca çok üzülmüştür lan! Adamın yerinde bile olmak istemem.”

Enes’in dedikleriyle Serhat’ın elindeki cam şişe hafif titremişti ama etraf kapkaranlık olduğundan azıcık bile görmemişti. Serhat omuzlarını dikleştirip.

“Çok üzgün ve korkmuştu. Babamı en son böyle gördüğümde, annemin cenazesinde böyleydi. Ağladı ağlayacak bir hali vardı.” Derken sesini düz tutmaya çabalamıştı.

Enes’te bir şişe alıp açarken içmeye başladı.

“Haklı amına koyayım ya! Kimmiş öz ailen?” diye sormasıyla, Serhat yarım bir şekilde sırıtıp viskisinden büyük bir yudum daha alıp, o temmuzun sıcağını içine çekip.

“Çelebioğluları… Beni vuran adam öz abimmiş. Ölen kızda ablam.” Serhat’ın umursamaz bir şekilde dedikleriyle, Enes’in elindeki şişe düşüp yuvarlanarak uçurumdan suya düşmüştü.

Enes duyduklarını sindirmeye çalışırken hemen başını çevirip, umursamaz bir şekilde içkisini içen arkadaşına ağzı açık bir şekilde bakıyordu ama Serhat bir kez bile arkadaşının yüzüne bakmamıştı. Enes ağzını açıp kapatırken, ellerini nereye koyacağını bile bilememişti.

“OO-OHA!” Enes’in sonunda tek diyebildiği bu olurken, Serhat kıkırdamadan edememişti.

Enes, Serhat’ın kıkırdadığını duyunca daha çok şoka uğramıştı.

“Deli misin oğlum sen! Ulan seni öldürmeye çalışan kişiler öz ailen çıktı be! Sen burada gelmiş gülüyorsun! Kemal amca bu yüzden o adamı ve ailesini şehirden kovdu vay anasını!”

Enes’in her sözü Serhat’ın bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Su yeşili gözleri boş boş bakarken dudaklarından sadece kıkırdama çıkıyordu.

Enes, arkadaşının bu olanları umursamadığını anlayınca derince bir nefes aldı.

“Sen nasıl öğrendin bunu?” diye sorarken olayın nasıl patladığını öğrenmek istiyordu. Kemal amcasını çok iyi tanıyordu. O ailenin varlığını Serhat’a uçurtmazdı.

Serhat elindeki şişeyi salamaya başlarken dudaklarını büzerek düşündü bir an sonra ise konuşmaya başladı.

“Aziz Çelebioğlu kapımıza dayandı bugün. Babamın kafasına silah dayadı. Bende o sıra geldim, babamda her şeyi açıklamak zorunda kaldı anlayacağın. Sonra da içeri geçip medeni bir şekilde konuşup konuyu tatlıya bağladık. Durum o kadar da kötü değil anlayacağın. Sadece bütün olayları başkasından öğrenmendense benden öğrenmenin daha iyi olacağını düşünerek seni buraya çağırdım.” Dedikten sonra elindeki şişeyi havaya kaldırıp. “Bir de canım çok pis alkol çekmişti. Babam içmeme müsaade etmiyor biliyorsun.” Derken kocaman gülümsemişti.

Enes ise şokla arkadaşına bakıyordu. Her duyduğu şey bedenine yeni bir şok etkisi yaratıyordu. Enes arsız bir şekilde gülümseyen arkadaşından gözlerini çekip karanlık sulara bakmaya başladı. İkisi de sessizleşmişti. Enes ne diyeceğini dahi bilmezken, Serhat şişesini bitirmiş yeni bir şişe açmış onu sessizce içiyordu.

Enes sonunda her şeyi kavrandığında, küfretmeye başlamıştı bile.

“Anasını sikeyim!”

“Ulan şerefsiz bir de Kemal amcanın kafasına silah mı dayadı!”

“Kim ulan bu dağ magandaları! Aşiretse aşiret be! Bunlar kendini ne sanıyor. Hukuk devleti oğlum burası! Bir de medenice konuştuk diyorsun sikerim medeninizi! Gidip babama söyleyeceğim. Toplasın oğlum bunları sıçacağım ha şimdi!”

Enes’in yükselmesiyle, Serhat poşetten bir şişe daha çıkarıp Enes’e doğru salladı.

“Boş ver, ya. Olayları medeni şekilde konuştuk diyorum. Hem polise şikâyet edersen adamlar çocuk kaçırmaktan babamı ve teyzemi hapse attırabilir… Sakinleş biraz.” Derken hala elindeki şişeyi arkadaşına doğru sallıyordu.

 Enes, Serhat’ın elinde salladığı şişeyi kapıp kapağını açıp kafasına dikerken gözleriyle arkadaşının bedenine bakıyordu.

“Hiç mi umurunda değil lan olanlar! Benim başıma gelseydi bunlar şu anda hastanedeydim amına koyayım ya! Sen ise gelmiş burada sadece içip sakince olayları anlatıyorsun! Oğlum şu hayata seni sarsacak bir şey yok değil mi? Harbi duygusuz piçsin oğlum. Baban ne halde Allah bilir sen burada gelmiş içki içip gülüyorsun! Ulan bu adam senin başında iki ay boyunca bekledi! Azıcık üzül be!”

Enes’in patlamasıyla, Serhat gözlerindeki donukluk gitmişti şimdi ise anlayışla arkadaşına bakıyordu. Arkadaşının her sözünün canını yakması gerekiyordu ama o sadece şişesinden bir yudum daha alıp gözlerini kara sulara çevirdi.

Enes, arkadaşının onu umursamadığını anlayınca inanamayarak baktı.

“Yazık lan! Çocukken şokta falan demişlerdi senin için. Yoksa bir insan annesi öldüğünde neden ağlamasın ki! Ama şimdi anladım! Sen duygusuz bir piçsin! Psikopatsın oğlum sen! Şu yaşananlara bak! Allah bilir sen kimseyi de sevmiyorsundur ki! Anneni de sevmedin belki de, Kemal amcayı da sevmiyorsundur sen! Bu normal değil çünkü geri zekalı!” Enes ayağa kalkıp elindeki şişeyi sallayarak oturup ona bakmak yerine denize bakan arkadaşına avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Serhat arkadaşının sonunda sustuğunu duyduğunda,

“Bitti mi?” diye sormuştu ki, bu da Enes’in daha çok sinirlenmesine neden olmuştu.

“Bitti mi? Gidiyorum ulan ben! Senin gibi bir manyakla oturmayacağım ben.” Diyerek hızla arabasına gitmişti. Arabasının şoför kapısını açıp içine binerken gözleri bir an Serhat’ın uçurumun önündeki geniş sırtına gitmişti. Serhat’ın sırtı hala dik bir şekilde duruyordu. Omuzlarında azıcık bile çökme yoktu. Enes dayanamıyordu. Arabaya binip hızla uçurumdan ayrılırken, Serhat’ın yüzündeki gülümseme silinmişti. Gözlerindeki anlayışta gitmiş öylece boş boş bakıyordu.

Serhat elindeki şişeye kısa bir an bakıp, kafasına dikti bütün şişeyi. Karaciğer nakli olalı üç ay bile olmamıştı ama sünger gibi içkiyi gömüyordu. On iki yaşından beri gömdüğü gibi içkiyi vücuduna gömüyordu.

Serhat ne hissedeceğini dahi bilmiyordu. Hissetmesinin gerekip gerekmediğini dahi bilmiyordu. İnsanların ağladıktan sonra rahatladıklarını hiç görmemişti. Ağladıklarıyla öylece kalıyorlardı ki, daha sonra yine ağlıyorlardı. Ağlasaydı ne olacaktı ki? Ama ağlayamıyordu işte. Bu durumu da her şeyi sessizce kabullendiği gibi kabullenmesi gerektiğini biliyordu.

Kabullenmeyip ne yapacaktı ki? Bağırsa çağırsa ne olacaktı. Babasının hali beliydi zaten. Yıkılmıştı babası. Bu gerçeklere yıkılmış olduğu o kadar beliydi ki, kendisi de yıkılırsa ne olurdu.

Serhat dik durmak zorunda olduğunu biliyordu. Her zaman bunu biliyordu. Annesi ve Babaannesi öldüğünden beri dik durması gerektiğini biliyordu. Babasını mutlu etmesi gerektiğini biliyordu. Babasına yetemese de yetmeye çalışmaktan başka bir şey yapamayacağını biliyordu.

Serhat seher vaktine kadar oturmuştu, sırtındaki ceketi üşümesini engelliyordu ama içtiği içkiler çoktan onu sarhoş etmişti bile. Yavaşça ayağa kalkarken oturmaktan bacaklarının uyuştuğunu da anlamıştı. Ayağına takılan şişeyi uçuruma doğru yuvarlarken omuzlarını daha çok dikleştirip uçurumdan ayrılmaya başlarken mırıldanmadan edememişti.

“Babam bu halimi görürse gebertir beni.”

Cebinden telefonunu çıkarıp bulunduğu yere taksi çağırırken, ana yola doğru yürümeye başladı. Yarım saat taksi bekledikten sonra gelen taksinin arka kapısını açıp.

“Abi beni Sarıyer’e atsana.” Derken kibarca gülümsemekle yetinmişti.

Taksici başını sallarken, Serhat’a taksiye binip kapıyı kapatmıştı. Taksici Serhat’ın kızarmış gözlerinin içine bakıp önüne döndükten sonra hızla taksiyi bu ıssız yerden uzaklaştırmaya başladı. 

“İçmeye mi geldin buraya?”

Taksicinin sorusuyla, Serhat gözlerini camdan alıp dikiz aynasından taksicinin yaşlanmış mavi gözlerine bakıp.

“Öyle abi. İçmeye mi geldim, laf yemeye mi bilmiyorum ama kafam pek yerinde sayılmaz.” Derken sesindeki kibarlık ve inceliği duyan taksici hüzünle gülümsedi.

“Kaç yaşındasın be oğlum! Derdin ne bilmiyorum ama içerek geçmez. Unutursun ama ayık olduğunda yine hatırlarsın be oğlum… Genceciksin vücuduna eziyet etmekten başka bir şey değil bu.”

Taksici abinin nasihatlerini dinlerken Serhat sadece kibar bir şekilde gülümsüyordu. Taksici Sarıyer’e gidene kadar Serhat’ın alkol sorunu hakkında konuşmuştu ama Serhat sadece gülümsemekle yetinmişti.

Yalının önüne geldiklerinde, Serhat cüzdanındaki dört tane yüzlük doları çıkarıp taksiciye verirken,

“Üstü kalsın abim. Sağ olasın. Sağlıcakla kal.” Diyerek inerken gözleri yalının demir kapısındaki korumalara takıldığında, korumalarda şaşkınlıkla Serhat’a bakıyordu. Serhat’ın evden çıktığını görmemişlerdi. Serhat yavaş adımlarla demir kapıya geldiğinde eliyle demir kapıyı işaret edip.

“Açarsınız umarım.” Derken sırıtmayı da ihtimal etmemişti.

Korumalar hızla kapıyı açarken, Serhat yavaş adımlarla bahçeye giriş yapmıştı. Serhat’ın gözleri bir an bahçedeki kırmızı güllere gitmişti. Annesinin diktiği güllerdi. Yıllardır kendisi bakımını yapardı. Serhat gül kokusunu içine çekmek için başını biraz eğip burnunu güllere değdirdiğinde, o güzel gül kokusunu içine çekerken gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Annesi gül gibi kokardı.

Başını kaldırıp yeninden dikleşirken, hızla yalıya doğru yürürken, cam kapının önünde bekleyen Erhan amcasını gördüğünde kocaman sırıtıp.

“Sende uyumadın mı? Canım benim ya!” Dedikten sonra yanına gelip yanağından öptükten sonra gözleriyle içeriyi süzdü.

Erhan Bey ise Serhat’ın üstündeki alkol kokusuyla gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Normal de kızması gerekiyordu ama çocuğu tek rahatlatan şeyinde alkol olduğunu biliyordu.

“Serhat Bey, Karaciğerinizi de düşünmüşsünüzdür umarım.” Demeden duramamıştı.

Serhat, Erhan amcasının sözleriyle kıkırdayıp içeri geçerken üstündeki montunu çıkarıp girişin ortasındaki yuvarlak koltuğun üstüne atıp.

“Karaciğerim mi? Benim karaciğerim yok ki Erhan amca. Değişen parçayı diyorsan valla emin olamayacağım. Ben bir duş alıp mutfağa gelirim. Lütfen söyle yumurtalı bir şeye bulaşmasınlar. Midem bulanıyor. O yumurta kokusunu alamam bugün.” Derken merdivenlere doğru yönelmişti. Odasının bulunduğu kata çıkarken ikinci kata ki çalışma odasının kapısının yarım bir şekilde açık olduğunu görünce, odası yerine sessiz adımlarla çalışma odasının kapısına yürümüştü. Yarı açık yerden gözleriyle odaya baktığında babasının namaz kıldığını görünce tebessüm edip geri odasına doğru yola çıkmıştı.

Odasına girdiğinde hızlıca ayakkabılarını çıkarıp odanın bir kenarına atmıştı.  Pantolonunu ve üstündekileri çıkarırken her kıyafetini odanın bir kenarına bırakıyordu. Çalışanların toplayacağını bildiğinden şu an hiç umursamıyordu.

Banyoya girdiğinde, jakuziye kısa bir an bakıp hızla duşakabine girip suyu soğuğa ayarlayıp altına girdi. Soğuk su bütün alkolikliğini götürmüştü. Ayıklanmıştı. Eline köşedeki şampuan şişesini alıp avucuna epey bir döktükten sonra saçlarını köpürtürken hala soğuk suyun altında duruyordu. Bedeni donuyordu ama umurunda bile değildi. Bu soğuk suyun bile içinde anlamadığı duyguyu götürmediğini anladığında, suyu hafifçe sıcak suya ayarlayıp soğuk sudan titreyen bedenini sıcak suya bırakmıştı.

Yarım saat duşta yıkandıktan sonra bütün alkol kokusunun vücudundan silindiğinden emin olunca çıkıp, havluyla bütün vücudunu kurulamıştı. İç çamaşırını giyip altına siyah bir eşofman altı üstüne de bir tane beyaz v yaka tişört giyip, saçlarını saç kurutma makinasıyla kurutup odadan çıkmıştı.

Hızla aşağıya inerken, aşağıdan koşturma sesleri geliyordu. Bütün çalışanlar uyanmış olmalıydı.

“Günaydın Serhat Bey.” Diyen çalışan kadına başıyla selam verirken,

“Günaydın Habibe.” Diyerek hızla hole gelmişti. Köşedeki büyük kapıya doğru yürürken içerden sesler geliyordu.

“Domatesleri küçük doğrayın!”

“Sütü sakın ısıtmayın! Serhat Bey sevmez!”

“Ketçabı hazırladınız mı?”

Serhat içeri girdiğinde, evin baş şefi Orhan Bey’in herkese tek tek emir verdiğini görünce sırıtıp.

“Orhan amca bir sakin ya! Herkesi panik havasına sokmuşsun yine.” Derken içeri tam girip, ada tezgahının üstündeki tabaklardaki elma dilimlerden bir tane alıp ağzına atarken gözleriyle etrafa da bakıyordu. Mutfakta on kişiden fazla çalışıyordu ki, iki kişinin yaşadığı bir ev için bu çok fazlaydı ama babasıyla kendisinin damak tatları her zaman farklı olduğundan bu evde bir öğün için bile on farklı yemek pişerdi.

Osman Bey başını tencereden kaldırıp Serhat Bey’in kızarmış gözlerine baktıktan sonra.

“Yemek istediğiniz bir şey yoksa kapı orada Serhat Bey.” Derken gözleriyle Serhat’ın arkasında kalan kapıyı göstermişti.

Serhat bu sözlerle kıkırdayıp bir tane daha elma dilimi alıp ağzına atarken,

“Bugün kahve yerine herkese papatya çayı verin. Bana viski ver derdim ama vermeyeceğinden, süt iyi olur.” Dedikten sonra “Kolay gelsin.” Diyerek mutfaktan çıktığında, gözleriyle holü arayıp oturma odasına doğru adımladı. Yemek odasına gidesi yoktu.

Oturma odasındaki pencerenin önündeki koltuğa oturup başını koltuğa yaslayıp gözlerini kapatmıştı. Uykusu gelmişti. Vücudu yorgun hissediyordu ki bugün içtiği içkilerinde vücuduna iyi gelmeyeceğini bildiğinden kahvaltısını yapıp uyumak istiyordu. Uyanmamak güzel olurdu ama uyanmaya mecburdu. Odada yankılanan adım sesleriyle Serhat kibarca gülümseyerek başını kapıya doğru çevirip, o su yeşil gözlerini yavaşça ortaya çıkarırken, kızgın bir Kemal Taş gördüğünde tek kaşını kaldırmadan duramamıştı.

“Bir şey mi oldu baba?” diye sormasıyla Kemal Bey oğlunun tam karşısındaki tekli koltuğa otururken gömleğinin gümüş kol düğmelerinle oynamaya başladı. Serhat babasının konuşmamasına şaşırmadan edememişti ama babasının da iyi olmadığını bildiğinden sabırla konuşmasını beklerken tebessüm ederek babasına bakmaya başladı.

Kemal Bey gözlerini gümüş oymalı kol düğmelerinden çekip, oğlunun o kızarmış su yeşil gözlerinin içine bakarken çenesi kasılmıştı. Kemal Bey oğlunun kırıp dökmesini daha çok istiyordu ama oğlunun eve zil zurna sarhoş gelmesini kabullenemiyordu. Ona bağırıp trip atmasını tercih ederdi ama karaciğer nakli daha yeni olmuş oğlunun sünger gibi içkileri gömesine kızmıştı.

“İki ay komadaydın biliyorsun değil mi?”

Kemal Bey’in sorusuyla, Serhat rahatça oturduğu koltukta dikleşmişti. Babasının sorusunun altındaki manayı çok iyi anlıyordu. Erhan amcası babasına ötmüştü çoktan ki Serhat bunu saklayamayacağını biliyordu.

“O kadar çok içmedim. Ayıktım geldiğimde.” Derken sesi kısık çıkmıştı ki, Serhat her suç işlediğinde hep sesi kısılırdı.

Kemal Bey oğlunun yüzüne kısa bir an bakıp üstüne başına da bakarken, çıplak ayaklarına kısa bir an bakıp geri oğlunun yüzüne baktı. Serhat’ın yüzü verilen kilolar yüzünden daha üçgenimsiydi. Gözlerinin altı mosmordu ki, uykusuzluk yüzünden mi yoksa demir eksikliğinden belli değildi. Küçük burnu zayıfladığı için daha ortaya çıkmıştı. Dudakları ise sanki günlerce su içmemiş gibi çatlamıştı. Cildinin tonun daha açık olmasını hiç bahsetmiyordu Kemal Bey.

“O kadar içmek istiyordun, evde benim kontrolümde içebilirdin.” Kemal Bey normalde içirmezdi ama oğlunun son zamanlarda yaşadıklarının sonra kötü yola düşmesinden korkuyordu. Karşısındaki çocuk bir kez bile ona derdini anlatmamıştı. Sormadığından değildi. Serhat’ın dertlerini anlattığı tek bir insan vardı o da annesiydi. Annesi öldükten sonra kimseye hiçbir şey dememişti. Ne yaşarsa yaşasa hiç olmamış gibi salmıştı.

Serhat babasının kızgın kahverengilerinin içine bakıp. “Aklıma gelmedi açıkçası. Hem biraz da dışarı çıkmak istemiştim. Uyandığımdan beri pek gece hayatım olmadı biliyorsun baba.” Babasının anlaması için yumuşak konuşuyordu.

Kemal Bey oğlunun dedikleriyle derin bir nefes alıp. “Herkesin derdine çare olabiliyorum ama senin derdini bile dinleyemiyorum oğlum.”

Bunca yıl sonra ilk defa Serhat değil Kemal Bey patlamıştı. Bu sessizlikle korunan koca yalının içindekilere dur diyecek kişi Serhat değil Kemal Bey olmuştu.

Serhat babasının dedikleriyle bir an donmuştu. Öyle bir donmuştu ki yüzündeki gülümsemede silinmişti. Dudaklarını aralayıp kapatıyordu. Kemal Bey oğlunun halini görünce dudağının altını dişleyip, oturduğu yerde öne gelip, ellerini oğlunun ellerine uzatıp, oğlunun zayıf ama uzun ellerini kendi kırışmaya başlamış, kalem tutmaktan nasırlaşmış ellerinin arasına almıştı.

“Biliyorum, bunca zaman sonra bunu demek yüzsüzlük gibi geliyor…” Kemal Bey’in sözünü Serhat kesmişti. Serhat babasının ellerini tutup sıkarken o acıklı ama yıllarca içinde tutuğu şeyleri söylemeden edememişti. Babasının bu konuyu hiçbir zaman açmamasını umuyordu ama umduğu şey olmamıştı.

“Baba, ben hiçbir şeyi dert etmem ki. Doğru diyorsun, herkesin derdine çare olan dünyanın en iyi psikiyatristlerinden birisin ama derdi olmayan birisine nasıl yardımcı olmayı planlıyorsun? Ben böyle mutluyum. Bırak sakince yaşayalım. Kalbimizi kırmadan, birbirimize darılmadan yaşayalım. Benim senden başka kimsem yok. Seni kaybedemem ben, lütfen anla beni. Ben her zamanki gibi gamsız bir şekilde bu olayları da havaymış gibi karşılıyayım sen de her zamanki gibi benim yanımda ol. Senden sadece bunu istiyorum.” Dedikten sonra eğilip babasının ellerinin üstünü öpüp, alnını koymuştu.

Kemal Bey duyduklarıyla donmuştu. Oğlunun dediklerinin altındaki mana çok ağırdı. Oğlu resmen kalbindeki duyguları gömüyordu. Konuşurum da birinin kalbini kırarım diye içine gömüyordu. Kemal Bey’in gözleri dolmuştu. Oğlunun başına burnunu gömerken o tanıdık yağmur kokusunu içine çekerken gözlerini sımsıkı kapatırken fısıldamadan edememişti.

“Testi bile sonunda kırılır oğlum. Korkuyorum içine atıklarının sonucundan çok korkuyorum.”

Serhat babasının duymuştu bile. Serhat’a korkmadan edemiyordu ama neyden korkacağını da bilmiyordu. İçinde neler biriktiğini kendisi bile bilmiyordu. Ağlayamıyordu. İstese de ağlayamıyordu. Bu yaşananlara bağırmak istiyordu ama içinden bunun için enerji harcayacak enerji bile gelmiyordu. Sadece öylece boşluğa bakmak istiyordu. Boşluğun sessizliğini istiyordu. Kendisinin dahi açıklayamadığı duyguları başkasına nasıl açıklayabilirdi ki? Açıklayamıyordu. Bu anlayamadığı duygu karmaşasını babasına anlatıp da onu da endişelendirmek istemiyordu. Babası bunca zaman kadar çok acı çekmişti, o da ona bir acı yaşatamazdı. Bir kez yanlışlıkla vurularak acı vermişti ama bundan sonra veremezdi. Babasından başkası yoktu onun hayatında. Öz ailesi vardı evet ama dışarda gösterdiği kabullenememişti bu gerçekliği. Kabullenebileceğini de düşünemiyordu ama bunu onlara fark ettirip babasıyla kavga çıkarmalarını istemiyordu. Bu yüzden her zaman yaptığı gibi kabullenmiş gibi davranıyordu. Gerekirse ölene kadar böyle de devam edebileceğini biliyordu.

Koca oturma odasında yankılanan öksürük sesiyle, Kemal Bey ve Serhat hızla ayrılmışlardı. Kapının girişinde duran Erhan Bey ikisine anlayış ve hüzünle bakıyordu. Erhan Bey baba oğulun bu özel sohbetini bölmek istemezdi ama yemek odasındaki kişiyi daha fazla bekletemeyeceğini biliyordu.

“Aziz Bey geldiler, efendim.”



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AHPO - 51. BÖLÜM: 2. Sezon - 2. Bölüm:

Hayırsız Evlat - 16. Bölüm: Kill Me! -1

Hayırsız Evlat - 15. BÖLÜM: Tavşan Deliği!