Kan Davası - 16. BÖLÜM
Terapi!
"Başkalarını çözmeye çalıştıkça kendimi düğümlemişim, haberim yok..."
Ekmek Arası - Charles Bukowski
“Serhat
Bey, haftaya da bir seans daha yapalım…ne dersiniz?”
Serhat
karşısındaki psikoloğuna gülümseyerek dinlerken parmağı dudağının kenarını
kaşıyordu.
“Kaç seans
gelmem gerekecek acaba? Yani sadece meraktan soruyorum.” Serhat karşısındaki
kadına soru sorarken gözlerini kadının mavi gözlerinden çekip duvardaki film
afişlerine dikmişti.
Serhat bu
filmleri izlemediğini anlayınca bakışlarını afişlerden çekip, elindeki deftere
bir şeyler yazan psikoloğuna döndü.
“Sizin
iyileşmenize bağlı Serhat Bey. Hemen iyileşmeyi bekleyemezsiniz. Benim soruma
cevap vermediniz.”
Serhat
sırıtıp oturduğu rahat deri koltuktan kalkarken, “Hangi gününüz boşsa bana
söyleyin o gün geleyim. Günlerim boş geçiyor da.”
Serhat’ın
sözleriyle kadın elindeki deftere son notlarını alıp, gülümseyerek.
“Haftaya
pazartesi diyelim o zaman Serhat Bey.” Diyerek ayağa kalktığında, Serhat baş
selamı verip.
“Görüşürüz
hanımefendi.” Diyerek odadan çıktığında, eliyle yüz kaslarını okşamaya
başlamıştı.
Yüz
kasları doktorun yanında sırıtırken kasılmıştı.
“Ah!”
Uzun
koridora kısa bir an bakıp eliyle esnemesini kapatıp bu ofisten çıkmak için
dışarı çıktığında karşısındaki şoförle tek kaşı kalkmıştı.
“Seyfi
abi?”
Karşısındaki
kalıplı şoför Serhat’ın sorusuyla gülümseyip.
“Bugün
sizi ben eve götürüyorum, Serhat Bey.” Şoförün kalın ve sert sesiyle Serhat
yutkunmadan edememişti. Eve geldiğinden beri geceleri geç geliyordu bu da
babasının onun peşine en belalı şoförlerini takmasını gerektirmişti ama Serhat
her gün bir şekilde karşısındaki kalıplı adamı atlatmayı başarabiliyordu ama
bugün başaramamış gibiydi.
“Ya, öyle
mi Seyfi abi ya!” derken Serhat’ın gözleri eğlenceyle parıldıyordu. “Begüm’e
söz verdim biliyor musun? Psikologda dedi zaten arkadaşlarımla daha fazla vakit
geçirmeliymişim. İlk Begüm’ün evine gideriz dimi?” diye sorarken şoförünün
yanından geçip karşılarındaki siyah Volvo’ya doğru adımlarken, Seyfi Bey ise
Serhat’ın sırtına bakıyordu.
“Kemal Bey
hemen evde olmanızı istemişti ama Serhat Bey. Bugünün planında dışarıda olmanız
yoktu hatırlatmam gerekirse.”
Seyfi Bey
hızla arabanın arka kapısını açıp Serhat’ın binmesini beklemişti. Serhat
kendisine açılmış olan kapıya bir de Seyfi Bey’in sert yüzüne bakıp.
“Seyfi
abi, ben işsiz güçsüzün önde gideniyim. Ne planından bahsediyorsun sen Allah
aşkına! Benim her anımda bir şey yapabilirim ben!” Serhat isyan ederken arabaya
da binmeyi unutmamıştı.
Seyfi Bey
kapıyı kapatıp sürücü kısmına oturduğunda konuşmayı ihmal etmemişti.
“Kendinizi
bilmeniz ne kadar da şahane biliyor musunuz Serhat Bey?”
Serhat
önünde oturan adamdan yediği lafla ağzı açık kalmıştı. Seyfi Bey ise, Serhat’ın
donduğunu anlayınca arabayı hızla yalıya doğru çevirmişti.
Serhat ise
yediği lafın etkisindeydi hala, Seyfi Bey ise dikiz aynasından arada bir donmuş
Serhat’ın yüzüne bakıp sırıtıyordu. Serhat’la uğraşmayı çok seviyordu.
Araba
hızla yol alırken, Serhat ise yediği lafı zorla yutup camdan dışarıya
bakıyordu.
Serhat eve
doğru giderken, koca yalıda tayfunlar esmesine bir dakikadan az zaman kalmıştı.
Kemal Bey
hastasını daha yarım saat önce göndermişti. Masasının üstündeki defterlerdeki
notları düzenlerken, kenardaki ses kayıtlarını da kilitli kasasına koyuyordu.
Çalışma
odasının kapısı çaldığında, işlerinden bir kez bile başını kaldırmadan.
“Gir.”
komutunu verir vermez kapısı açılmıştı.
Erhan
Bey’in gözleri odada bir kez bile dolanmamıştı. Bu odayı yıllardır
ezberlemişti. Kahverengi gözleri işiyle uğraşan Kemal Bey’de takılı kalmıştı.
“Efenim,
Serhat Bey eve doğru geliyor. Akşam ne yaptırayım?” diye sorarken sesinde
eğlence gizliydi.
Kemal Bey
konuşan yaşlı adamın imasını çok iyi anlamıştı. Akşam yemeğini eğer kendisi tek
başına karar verirse o masanın hepsinin ona kalabileceğini biliyordu. Oğlunun
tamamen tatlı bir dişi vardı. Her şeyi yemezdi, içecekleri ise her zaman soğuk
olmalıydı. Çay ise tercih edilen bir içecek dahi değildi. Oğluna kalsa sabah
akşam viski, şarap içerdi. Kemal Bey ise önüne ne konulursa yerdi. Oğlunun bu
huyunun kime çektiğini düşününce karısının oğlunu nasıl da şımarttığını
hatırlamadan edememişti.
“Erhan,
neden bana acı çektiriyorsun? Serhat gelince ne yemek istiyorsa onu yapın.”
Erhan Bey,
patronun dedikleriyle bıyık altından gülümseyip.
“Seyfi’nin
dediğine göre, Serhat Bey’in pek morali yokmuş. Daha yeni ameliyat olduğunu da
düşünürsek efendim. Akşam şarap açamayacağız, bu yüzden sormuştum.” Erhan
Bey’in sesinin altındaki ‘hadi bununla ne yaparsan yap!’ imasını çok iyi
hissetmişti Kemal Bey.
Kemal Bey
elindeki kalemi sertçe masaya bırakıp. “Benim biricik oğlumun moralini kim
bozmuş peki?”
Erhan Bey,
Kemal Bey’in hemen sinirlenmesine içten içe gülerken.
“Seyfi ile
yine didişmişler. Oysa çocukken çok güzel anlaşırlardı.” Erhan Bey’in düşünceli
bir şekilde konuşmasıyla, Kemal Bey duyduklarıyla yeninden kalemi eline alıp.
“Serhat
konuşmaya başlamadan önce çok iyilerdi, doğru diyorsun.” Dedikten sonra yeniden
defterine dönmüştü.
“Bir şey
olmaz. Biraz mızmızlanır o kadar.” Dedikten sonra, Erhan Bey karşısındaki
patronun oğlunu hem bu kadar iyi tanıyıp hem de hiç tanıyamamasına her zaman
şaşırıyordu ama bu ailenin başına gelenleri düşününce Kemal Bey’in oğluna hem
bu kadar yakın olup hem de yabancı olmasını anlıyordu. Bu evde destek rolünü
sekiz yaşındaki çocuk tek başına omuzlanmıştı. Kimsenin uğraşmayacağı bir
dağınıklığa gülümseyerek el atmıştı. Erhan Bey bu yüzden Serhat’a her zaman
Serhat Bey derdi. Bu evin asıl yöneticinin Serhat Bey olduğunu bildiğinden
derdi. Bu koca yalıda yaşayan herkesi bir arada tutan tek bir kişi vardı o da
Serhat Bey’di.
“O zaman
ben gidiyorum, efendim.” Diyerek çalışma odasından çıktığında, Erhan Bey’in
gözleri koca koridorda dolanmıştı. Bu koca yalı beş kuşaktır Taş ailesinin
elindeydi. İç çekerek merdivenler inmeye başlamıştı.
Serhat Bey
gelmeden yemekleri yaptıramazdı. Bu sabah sormadığına pişman olmuştu. Giriş
kata geldiğinde, yalının girişindeki cam kapılardan dışardaki korumalarının
hareketli olduğunu görünce tek kaşını kaldırmıştı.
Yalının
cam kapısını açıp bahçeye çıktığında, korumalar kısa bir an Erhan Bey’e
bakmıştı. Erhan Bey bahçenin girişindeki bağırışlarla tek kaşını kaldırmıştı.
“ULAN
ÇOCUK HIRSIZLARI!”
“Ne oluyor burada? Kim bağırıyor böyle?” Erhan
Bey’in sorusuyla korumalardan biri dönüp.
“Erhan
Bey, kapıda bir adam var. Serhat Bey’le görüşmek istiyor. Bir de Kemal Bey’i
çocuk hırsızı olmakla suçluyor.”
Korumanın
sözleriyle, Erhan Bey’in gözleri büyümüştü. Birileri yalının kapısına dayanıp
ne saçmalıyordu.
“Saçmalamayın!
Hemen Kemal Bey’e haber edin. Polisi de arayın.” Derken hızla demir kapıların
önüne gelmişti. Korumasına kapıyı açmasını işaret ettiğinde koruma kapıyı
açmasıyla, Erhan Bey tam bağıran adama kızacakken gördüğü suratla donmuştu.
Erhan Bey,
elli altı yaşındaydı. Kırk yıldır bu evde çalışıyordu. Bu evin her şeyine
kendisi yetmeye çalışmıştı. Bir uşak olarak her zaman bu evdeki olan bitenden
haberi olduğunu düşünmüştü. Züleyha Hanım’ın yaptığı suçları gizlerken bile her
şeyi bildiğini düşünüyordu. Ama karşısındaki buğday tenli, su yeşili gözlere
sahip, hafif kalkık burna ve fazla belirgin olmasa da hafif kalın dudaklara
sahip, kalıplı adamın görüntüsü onu yıkmıştı. Bu görüntüye sahip bir çocuk
büyütmüştü kendisi.
Kendisi
büyütmüştü. Kimse değil. Annesi öldüğünden beri bakımını kendisi üstlenmişti.
Karşısındaki adamın kendi büyüttüğü çocuğa bu kadar benzemesinin tesadüf
olabileceğini düşünmek istedi ama mantığı bu dünyada tesadüf diye bir şey
olmadığını bağırıyordu.
“KARDEŞİMİ
BANA VERİN LAN HIRSIZLAR!”
Aziz’in
öfkesi hiç hesaba katılamayacak cinstendi. Çok öfkeliydi. Herkesten her şeyden
daha fazla öfkeliydi. Yıllarca yasını tutuğu kardeşinin aslında ondan
çalındığını bilmek onun su yeşili gözlerini kana bürümüştü. Kan istiyordu.
Erhan Bey
donmuş bir şekilde karşısındaki adama bakarken, Aziz ise sesini duyurmak için
bağırıyordu. On yedi yıldır bağırmadığı içine tutuğu şeyleri şimdi bağırıyordu.
Kardeşinin ölümündeki sessizliğini şimdi yıkıyordu.
“SERHAT’I
GETİRİN LAN! KARDEŞİMİ GETİRİN!”
Aziz
karşısındaki yaşlı adamın yakalarına ellerini dolarken, korumalarda hemen
ellerini bellerine atmıştı.
“Kardeşimi
verin bana!” Aziz’in gözlerindeki öfke Erhan Bey’i ürkütmüştü. İlk defa bu
kadar büyük bir öfke görüyordu. Bu koca yalı da kimse böyle bağırmazdı. Tek
bağıran kişi Leman Hanım’dı ki onun bağırışı da genelde öfke yerine biri
çağırmak içindi.
“Ne oluyor
burada?”
Kemal Bey
korumasının haberiyle hemen aşağı inmişti. Yalının dışındaydılar. Kemal Bey’in
gözleri bu bağırışın sebebini bulduğunda donmuştu.
Kemal
Bey’de donmuştu ama bu donmasının sebebi şaşkınlık değildi. İliklerine kadar
korkmuştu. Karşısındaki genç adamın sert yüz çehresini görür görmez iliklerine
kadar korkmuştu. Kaybedeceğini bildiğinden korkmuştu.
Aziz’in
öfkeden kızarmış gözleri konuşan kişiye döndüğünde, gördüğü adamla sinirle
gülümseyip, yakasına yapıştığı Erhan Bey’i bırakıp kenara çekerek Kemal Bey’le
yüz yüze gelmişti.
“Ulan!
Ulan bir insan bu kadar da acımasız olmaz orospu çocuğu!” Aziz’in sesi kırıktı.
Sesindeki acıyı yabancı korumalar bile hissetmişti.
Kemal
Bey’in korkudan çenesi kasılmıştı. Karşısındaki genç adam her şeyi biliyordu
ki, karşısındaki adamında kim olduğunu bildiğinden kalbi korkudan depar
atıyordu. Oğluna karaciğerini veren Aziz Çelebioğlu’ndan başkası değildi
karşısındaki genç adam.
Aziz’in
eli beline gitmişti. Emanetini çıkarıp hiç düşünmeden Kemal Bey’in alnına
dayamıştı. Bu hareketi büyük bir kaosu da başlatmıştı. Bütün korumalarda
silahlarını çıkarıp Aziz’e doğru tutmuşlardı.
Kemal Bey
alnındaki soğuklukla kendine gelirken, karşısındaki genç adamın öfkeden yanlış
bir şey yapacağını çoktan anlamıştı bile. Ölümden bile korkmuyordu. Serhat
birkaç dakikaya buraya gelecekti ve bu olanları görecek olması Kemal Bey’i
korkutuyordu.
“İçeri
geçelim.”
Kendisine
silah doğurtan adamı eve davet ediyordu ama mecburdu. Yoldan geçen arabaların
içindeki insanlarda şaşkındı. Kemal Bey bu durumu herkesin öğrenmesini
istemiyordu.
Aziz’de
Kemal Bey’in sözleriyle saniyelik afallasa da gözünü o öfke doldurmuştu bir
kere.
“Ne
diyorsun lan hırsız! Ne içerisi? O kafanı uçururum ulan sen…”
Aziz’in
öfkeli konuşmasını, endişeli ve panik bir ses kesmişti.
“BABA!”
Serhat
araba daha duramadan arabanın kapısını açmış inmişti. Gözleri korkuyla babasına
silah doğrultan adama bakarken, endişesinden adamın kendisine ne kadar
benzediğini bile anlamamıştı. Hızlı adımlarla yanlarına doğru gelirken, Kemal
Bey korkuyla oğluna bakmıştı.
“Serhat!
Gelme buraya! Seyfi Serhat’ı götür buradan!” Kemal Bey’in bağırışlarıyla,
Aziz’de hemen başını çevirip Serhat’a bakmıştı.
Serhat’ın
gözleri korkudan irileşmiş bir şekildeydi. Hala onlara doğru yürüyordu.
“Saçmala
baba! Seyfi abi sende kolumu bırak! Ne oluyor burada ya!”
Serhat’ın
sesi ilk defa biraz yüksek çıkıyordu ama hala sesindeki o insanları kırmamak
için sert tonu yoktu. Sesinde büyük bir endişe vardı.
Aziz
donmuş bir şekilde Serhat’a bakarken elindeki tutuğu silah hala Kemal Bey’in
alnına bastırılıyordu. Kemal Bey’de korkuyla oğluna bakıyordu.
Serhat,
Seyfi abisinden kolunu hızla çekip koşarak Kemal Bey’in ve Aziz’in yanına
gelirken, hiç düşünmeden babasını kenara çekip silahın namlusunun yeni hedefi
olmuştu.
“Beyefendi
kimsiniz siz? Baba, bu adam neden sana silah doğrultuyor?” diye sorarken
gözleri korumalara takıldığında gözleri daha da irileşmişti.
“Sokun
sizde şu silahları! Dağ başımı burası ya!” derken sesindeki endişe ve yorgunluk
Kemal Bey’i ürkütmüştü. Oğlunun sesini hiçbir zaman bu şekilde duymamıştı.
“Serhat
Bey…” Erhan Bey’in karşı çıkan sesini Serhat hızla kesmişti.
“Söyle
indirsinler şu silahları! Ne istiyorsunuz siz, kan gölümü? Bu sene kurşunlanma
kotasını ben doldurdum. Kimse kimseye vuramayacak. Karşımdaki beyefendi de
indirecektir, değil mi efendim?”
Aziz’in
gözleri hala Serhat’ın yüzündeyken, Serhat’ın kendisine sorduğunu anlayınca
yaptığı hatayı hemen anlamış gibi silahı hemen indirip beline koymuştu.
Kemal Bey
ise korkuyla bakıyordu. Bütün planları yıkılmıştı. Oğlunu şimdi kaybedeceğini
biliyordu. Kemal Bey gözlerini sımsıkı kapatırken, Serhat ise karşısındaki genç
adama kocaman gülümsemişti.
“Ha şöyle,
emin olun beyefendi silahla sorunlar çözülseydi şu an burada olmazdım. Silah
hiçbir şeyin çözümü değil. Lütfen içeri geçelim. Sizde babamla derdiniz neyse
anlatın.” Derken yan dönüp eliyle bahçeyi göstermişti.
Aziz
kendisine gülümseyerek konuşan çocuğun sözleriyle yutkunurken bir adım atmıştı.
Aziz içeri girerken, Serhat’ında gözleri Erhan amcasına kaymıştı.
“Erhan
amca, beyefendiyi lütfen bizim oturma odasına götürür müsün?” diye sormasıyla,
Erhan Bey hızla başını sallayıp koşarak içeri geçmişti.
Kemal Bey
hala direk gibi dikiliyordu. Gözleri kapalı bir şekilde duruyordu.
Serhat
kısa bir an korumalara baktığında, korumalar hemen eski yerlerine dönmeye
başlamışlardı. Serhat derin bir nefes alırken yüzündeki gülümsemeyi daha çok
büyütüp.
“Pişt,
Kemal Taş, bir de bana diyordun manyakları başına bela ettin diye. Baba, bu
adama ne yaptın da silahla dikildi karşına?”
Serhat
babasının yanına gelip, elini babasının koluna vururken sesi eğlenir gibiydi ki
gerçekten de eğleniyordu. Babasına bir şey olacak diye endişelenmişti ama
adamın öldürmek için gelmediğini de anlamıştı. Kendisi görmüştü neticede.
Birini öldürmek isteyen insanı kendi gözleriyle görmüştü. Ama babasına silah
doğrultan adamın gözlerinde tek öfke görmüştü. O gözlerde acı bir öfke
görmüştü. Öfke insana her şeyi yaptırabilirdi ama, Özlem’in evinde gördüğü kana
susamışlık bu adamın gözlerinde yoktu. Öfkeden gözü kararmış olabilirdi ama
cinnet geçirecek kadar olmadığı belliydi. Hiç değilse, Serhat böyle olduğunu
hissediyordu.
Kemal Bey
oğlunun sözleriyle, dolmuş gözlerini yavaşça açıp hala kendisine sırıtan oğluna
baktı bir an. Otuz saniye önce oğlunun gözlerindeki endişenin yerini eğlence
parçaları almıştı. Ama Kemal Bey ne düşüneceğini dahi bilmiyordu. Oğlu
hastaneden çıkalı bir hafta anca olmamış mıydı? Böyle bir gerçeği oğluna
diyebilir miydi? Oğlu ne tepki verecekti? Bilmiyordu. Kemal Bey, ilk defa
oğlunun ne tepki vereceğini bilmiyordu ve bu onu çok korkutuyordu. Ama
içerideki adamın gerçekleri söylemesindense kendisinin şimdi şu anda
söylemesinin daha iyi olacağını biliyordu. Oğlu bu gerçeği başkasından
öğrenirse ona kırılırdı. Hiçbir zaman oğlu ona kırılmamıştı ama kırılacağını
biliyordu.
Serhat
babasına bakarken başını sol omuzuna yatırmış tatlı tatlı sırıtıyordu. Serhat
bugünü asla unutmayacaktı. Her anında babasına bu durumu hatırlatacağını çok
iyi biliyordu.
Kemal Bey
oğlundan gözlerini kaçırıp.
“Gelen
adam, sana karaciğerini veren Aziz Çelebioğlu’ydu…” derken yutkunmuştu ama
şimdi gerçeği söylemeliydi.
Serhat tam
‘ne var bunda?’ diye soracakken babasının dedikleriyle yüzündeki sırıtışla öyle
kalakalmıştı ama gözlerinde eğlencenin yerini donukluk almıştı. Su yeşili
gözleri bir ölüden farksızdı şu an.
“Teyzenin
dedikleri doğruymuş. Çelebioğlu senin öz ailen oğlum. Karaciğerini veren Aziz
Çelebioğlu senin öz abin.”
Kemal Bey
hala oğluna bakamıyordu ama oğlundan bir tepki bekliyordu. Bağırmasını, ona
yumruk atmasını bekliyordu ama hiçbiri gelmemişti. Dakikalar geçtikçe bir şey
de gelmemişti Serhat’tan.
Kemal Bey
korkuyla gözlerini Serhat’a çevirdiğinde, Serhat hala sırıtarak ona bakıyordu.
Serhat
babasının ona baktığını anlayınca kocaman gülümseyip.
“Ha bu
muydu?” diye sorarken boynunu kaldırıp babasına otuz iki diş gülümsemeyi ihmal
etmemişti. “Pek şaşırmadım desem yalan söylerim baba ama Teyzemin asla yalan
söylemeyeceğini bilince bunun gerçek olma olasılığını biliyordum ama öz ailemin
beni öldürmeye çalışan aile olması biraz ironik değil mi?”
Serhat’ın
sözleriyle Kemal Bey dumura uğramıştı. Oğlundan her türlü tepkiyi bekliyordu
ama bu kadar sakin bir tepki kendisini bile şoka uğratmıştı.
“Kızgın
değil misin? Bu durumu senden sakladım. Öz abin kapımıza gelmeseydi asla sana
söylemeyeceğinin farkındasın değil mi?” sesi korkuluydu ama en çok korkusu
artık kaybetmek değil Serhat bu durgun su gibi olan sakinliğiydi.
Serhat
babasının sorularına kıkırdayıp eliyle yalının demir kapılarını gösterip.
“Kızgın
değilim, baba. Sana asla kızmam ben. Hem neden söylemediğini ve beni kaçırır
gibi Japonya’ya göndermek istemenin mantığını şimdi anlıyorum. Ya, öyle bakma
bana. Ben sana kızar mıyım hiç? Sen niye bu kadar korktun ya? Adam silah
doğrultu diye mi? Korkma sen ben şimdi gider konuşurum. Hem derdi benmişim. Ne
diye silahların önüne atlıyorsun sen babam.”
Serhat’ın
sözleriyle Kemal Bey içinde korkudan tutuğu nefesini verip oğluna minnettar bir
şekilde bakıp. Yalının demir kapısından içeri girmek için yürüdüğünde arkasına
baksaydı oğlunun gözlerindeki donukluğu çok rahat bir şekilde görebilirdi.
Serhat’ın
gözleri giden babasının sırtındayken elleri titriyordu ama hala dudaklarındaki
gülümseme silinmemişti. Serhat derin bir nefes alıp ellerini yanaklarına
koyarken kocaman gülümsedi.
“Hadi
Serhat! Öz abinle tanışalım. Hem adamın organın yarısı da bende.” Derken
bacaklarının ne kadar titrediğinden haberi yoktu.
Serhat
içeri doğru yürürken yüzündeki gülümseme daha çok büyüyordu ama gülümsemesi
azıcık bile gözlerindeki donukluğu gidermemişti.
Serhat
yalının içine girerken, gözlerini sımsıkı kapatıp açmıştı. Bilinci buna hazır
olmadığını söylüyordu ama kendisi de çok iyi biliyordu ki oturma odasında her
an patlayabilecek bir aşiret bireyi vardı.
Serhat
oturma odasına girerken, tekli koltukta oturmuş, bir bacağını sürekli sallayan
adama bakarken gözleriyle Aziz’i iyice incelemişti. Aziz’in üstünde siyah dar
kesim gömlek vardı. Göğsüne kadar iliklenmişti gömlek. Gömleğin gösterdiği
tende, göğsünün sağ köşesinde siyahlık vardı ki, Serhat onun kesinlikle bir
dövme olduğunu anlamıştı. Gözleri adamın üst bedeninden alt bedenine
çevirdiğinde, siyah kumaş pantolon ve siyah rugan ayakkabı görmüştü. Adamın
belindeki gümüş silahı da sayarsa, karşısındaki adamın gerçekten de bir
aşiretten olduğunu anlamıştı.
Serhat
adama geldiğini belli etmek için.
“Aziz Bey,
papatya çayı ister misiniz?” diye sormasıyla, köşede bekleyen çalışan hemen
Serhat’ın demek istediğini anlamış ve mutfağa koşmuştu.
Aziz
başını halından kaldırıp kardeşinin yüzüne baktığında, yüzü acıyla buruşmuştu.
Karşısındaki öz kardeşiydi ama kendisine beyefendi diyordu. Bu durum Aziz’in
canını çok yakmıştı.
Serhat
adamın acı çeker gibi göründüğü görünce paniğe kapılmıştı gözleri hemen adamı
bir daha hızlıca incelemişti.
“Ben
gelmeden önce birisi size sıkmadı değil mi? Yani sıksalar polisler gelirdi ama
ne olur ne olmaz.” Derken hızla Aziz’in yanına doğru gelip eliyle adamın
omuzlarından tutuğunda, Aziz’in gözleri dibine kadar girmiş olan kardeşindeydi.
“Yok.”
Aziz’in
sesinde hem özlem hem de acı vardı.
Serhat
adamın sesindeki duyguları çok iyi bir şekilde duyduğundan kocaman gülümseyip.
“He! İyi o
zaman. Bende bizimkilerden biri sana sıktı diye endişelendim. Ya sen, şehir
eşkıyalığı mı yapıyorsun? Yani öteki de gelmişti beni öldürmeye, ailecek çok
gerginsiniz ve hemen silahlarınızı sarılıyorsunuz. Başınıza bela alacaksınız
yemin ederim.” Derken tatlı tatlı Aziz’in gözlerine bakıyordu.
Aziz
kendisine kızıp nasihat eden çocuğun sözleriyle burnunun ucu sızlamıştı. Tam dudaklarını aralayacaktı ki, Serhat
Aziz’den ayrılıp karşıdaki üçlü deri koltuğa gidip oturmuştu.
“Ben hiç
sevmem silah işlerini. Babamda dikiyor bu korumaları etrafa, gören sanır
cumhurbaşkanını evde saklıyoruz. Evden kaçtığım günden beri rıhtımda da
korumalar geziyor valla ya. Sende silahla gezme bunların işi beli olmaz
sıkarlar. Sonra uğraşır dururuz yeminle. Sende silahını bırak canım. O onu
vuruyor bu o birini vuruyor diye başlıyor sizin orada da kan davaları. Neysem,
Baran nasıl?” diye sorarken gözleri gerçekten de merakla bakıyordu.
Aziz
sürekli konuşan çocuğu izlerken elleri yumruk olmuştu. Karşısındaki çocuğa on
yedi yıl geç kalmak Aziz’e koyuyordu. Oysa, böyle bir ufaklık evlerinin neşesi
olurdu, böyle saf ruhlu bir çocuk onun kardeşiydi.
“Baran
iyi. Silah konusuna gelirsek de biz genellikle hakkeden insanlara sıkıyoruz.”
Demeden edememişti Aziz.
Serhat
duyduklarıyla kıkırdayıp kucağına kenardaki tüylü yastıklardan birini alırken.
“Ha iyi
ya. O iyi olsun. Ondan estetik paramı alacağım daha.” Dedikten sonra
kucağındaki yastığın tüylerine gözlerini dikip. “Silah kullanmanız pek
mantığını anlamıyorum ama sizin de adetleriniz böyle sanırım. Fakat babama
silah doğrultman pek hoş değildi bilmelisin…”
İçeri
giren Kemal Bey’le, Aziz’in bedeni kasılırken, Serhat babasına dönüp yanındaki
yere eliyle vurarak.
“Sende
yanıma otur bakalım.” Demesiyle, Kemal Bey oğluna tek kaşını kaldırıp.
“Terapi mi
yapacaksın bize?”
Kemal
Bey’in sorusunu anlamamıştı Aziz ama Serhat sırıtıp.
“En
sevdiğim şey grup terapisidir. Bir öfkeli, bir korkan bir de bu olayların
merkezinde olan ben varken ben nasıl terapist olayım baba ya!” derken Kemal Bey
oğlunun yanına oturup kolunu oğlunun omuzuna atarken Aziz Kemal Bey’in bütün
hareketlerini izlemişti. Gözleriyle adamı öldürüyordu ama Kemal Bey oğlundan
aldığı destekle oğlunu daha çok kendine çekmişti.
Serhat ise
bulunduğu durumdan çok memnun olmuş bir şekilde başını babasının geniş göğsüne
koyarken karşısındaki Aziz’in kendisine benzeyen gözlerine baktı. Serhat
babasını kurtarmak için başına gelen her şeyi tek tek anlatmaya başlamıştı.
“Ya şimdi
ben vurulduktan sonra, karaciğerim gitmiş sen de vermişsin bana. Bunun için çok
teşekkür ederim. Ama sonra ben komaya girdim.” Demesiyle, Aziz’in bedeni
donmuştu ama Serhat hala devam ediyordu. “İki kay komada kaldım. Daha eve
geleli bir hafta falan anca olmuştur öyle söyleyeyim sana yani. Bugün terapiye
gitmiştim. Yani babamla hiç oturup sizin bu öz aile mevzusunu konuşamadık. Yani
hiç değilse babam söyleyemedi. Yaramalarım ve bedenim tam iyileşmediği için.
İnanabiliyor musun komadayken on beş kilo vermişim. Karaciğerin yenilenmesi
acayip yağ yakıyormuş yahu!”
Serhat son
kısımda kıkırdarken, Kemal Bey’de eliyle oğlunun saçlarını okşuyordu. Kemal
Bey’de son aylarda yaşadıklarının cehennemini düşündükçe kendini boğulmuş gibi
hissediyordu.
Aziz ise
duyduklarının doğru olduğunu bildiğinden karşısındaki kardeşine endişeyle
bakıyordu. Aziz tam konuşacakken, Kemal Bey konuşmaya başladı.
“Bu
olayların hepsini ben yapmışım gibi görebilirsiniz, Aziz Bey. Aslında bu konuyu
babanızla konuşsam daha iyi olurdu ama size kısmetmiş. Serhat’ın öz oğlum
olmadığını sizin kanınızdan öğrendim hastanede. Dünya başıma yıkılmıştı. Serhat
iyileştikten sonra söylemeyi düşünüyordum. Daha sonra da büyük ihtimal sizin
yanınıza gelecektik ama siz önceden öğrenmişsiniz.”
Kemal
Bey’in dedikleriyle Aziz’in kaşları havalanmıştı. Karşısındaki adama gram
güvenmiyordu ama tatlı tatlı gülümseyen kardeşine her baktığında her şeyi boş
verip kardeşini kollarının arasına almak istiyordu. Daha kardeşinin nasıl
koktuğunu dahi bilmiyordu.
“O zaman
kim hastaneden kaçırdı bebeği.” Aziz son kısımda ‘bebeğim’ dememek için kendini
zor tutmuştu.
Kemal Bey
tam konuşacakken, Serhat olaylara bodoslama atlamıştı.
“Teyzemle
anneannem yapmış ya her şeyi! Valla kusura bakmayın. Aslında teyzem ben
vurulmadan yani sizin daha doğru… AAA! Ölen kız benim ablam mıydı?” Serhat
farkındalıkla eliyle ağzını kapatmıştı. Su yeşili gözleri şokla oturma
odasındaki Van Gogh’un tablosunda kalmıştı.
Aziz
çocuğun her şeyi yeni fark ettiğini anladığında elleri yumruk olmuştu.
Ailesinden kimse bu durumu düşünmemişti. Küçük kardeşleri ablasının ölüsünü
bulmuştu ve epey bir süre başında durmuştu. Çocuğun nasıl bir travma
geçirdiğinden emin bile olamazlardı.
Kemal Bey
oğlunun sessizleşmesine endişeyle bakarken kendisi konuşmayı ettirdi.
“Serhat
dediği doğru. Baldızım, söylemişti ama ben yani biz her zamanki gibi mirasın
peşinde olduğu için bir yalan söylediğini düşünmüştük. Ama hastanede
öğrendikten sonra işin doğru düzgünün öğrendim. Sizin ailenizden çok özür
dilerim… En baştan bilseydim asla izin vermezdim.”
Kemal Bey
son söylediklerinde ciddiydi. Asla bir çocuk kaçırma işine girmezdi ama annesi
ve baldızı bir şekilde bu işe bulaşmışlardı. Şimdi ise cezasını oğlu alıyordu.
Kemal Bey kendisine ne olacağını gerçekten düşünmüyordu artık. Yanında hala
şokla tabloya bakan oğlunun bütün her şeyle göğüs germek zorunda kalmasına
yıkılmıştı.
Aziz ise
karşısındaki adamın dedikleriyle bedeni kasılmıştı. Karşısındaki adamın annesi
ve karısının kardeşinin bu olanları planladıklarını öğrenmek sinirlerini
bozmuştu. Aziz sinirle ayağa kalkıp öfke ve kırgınlıkla konuşurken, Kemal
Bey’de dolmuş gözleriyle dinlemişti.
“En
küçüğümüz, Irmak’tan sonra en küçüğümüz gelecekti. Günü saydık biz. Her gününü
saydım. Doğacağı günü bekledim. En büyükleri olarak en küçüğümün doğumunu
görmek istedim. Bir kez bile kucağımıza alamadık biz. Sen neden bahsediyorsun?
Ulan neyden bahsediyorsun sen! Senin ananın ve baldızının yaptığı şeyin
bedelini biz ödedik lan! Biri şu çocuğun yaşadığını söylesin diye bekledik biz
günlerce! Sapa sağlam doğan çocuğun tabutunu verdiler bize!”
Aziz
sessizce ağlıyordu. Dolu dolu gözleri öfkeyle Kemal Bey’in gözlerine bakıyordu.
Serhat ise
şokundan kurtulmuş, karşısındaki öz abisi olan genç adamın dediklerini
düşünmeden edememişti. Serhat bir babasına bakmış bir de öfkeyle babasına bakan
genç adama daha sonra burukça gülümseyip ayağa kalktı. Şu an babasını teselli
etmesi gerektiğini biliyordu ama bugün bir şey öğrenmişti. Babasının ne kadar
bencil olabileceğini bugün öğrenmişti. Eğer karşısındaki genç adam kapılarına
dayanmasaydı asla öğrenemeyeceği bir gerçekle yüz yüzeydi Serhat ve bunu bilmek
onun içindeki bir şeyi değiştirmişti.
Aziz ayağa
kalkan Serhat’a bakarken, gözleri karmaşıktı. Kemal Bey’de oğlunun ne
yapabileceğini kestiremiyordu. Patlayacağını düşünmeden edemiyordu. Oğlunun
bugün patlayacağını düşünüyordu. Sonunda bardağın taştığını düşünüyordu.
Serhat,
Aziz’in tam önüne geçip elini yüzüne uzatıp göz yaşlarını parmaklarıyla
silerken burukça gülümsemeye devam ederken, Aziz’in bedeni donmuştu. Aziz
inanamıyordu. Onun bebeği, onun göz yaşlarını siliyordu.
“Ağlama,
yaşıyorum ben. Biraz geç oldu ama yaşayacak daha çok anımız olacaktır eminim
ki.” Dedikten sonra hiç düşünmeden kollarını Aziz’e doladığında, Aziz’in
gözleri şokla Kemal Bey’e bakıyordu.
Kemal Bey
ise oğlunun yaptığı şeye hem gurur duyuyor hem de kıskançlık hissediyordu. Oğlu
yine saf kalbiyle insanlara kucak açmıştı ki, buna bir şey dahi diyemezdi.
Kemal Bey olacağın bu olduğunu biliyordu ama oğlunun bu olan her şeye birazcık
bile tepki vermemesi içine kurt düşürmüştü. Çocukluğundan beri ağlamadığını
bilirdi oğlunun ama bu kadar da sabır taşı olamazdı bir insan. Kemal Bey
oğlunun zihinsel bir sorunun olabileceğini düşünmeden edemezken gözleri hala
oğlunun sırtındaydı.
Aziz
kollarını Serhat’ın bedenine dolarken, Serhat’ı kendine daha çok çekip burnunu
o yağmur kokan saçlara gömüp derin derin nefesler alıyordu. Onun bebeği yağmur
gibi kokuyordu. Aziz’in içi karmaşıktı. Buraya gelirken reddedilmeyi
bekliyordu. Baran’ın dediklerini çok iyi duymuştu. Kollarındaki bebeği baba
dediği adama çok düşkünken onlara kucak açmayacağını düşünmüştü. Hele ki
Baran’ın yaptığı hatanın cezasını onlara çektireceğini düşünmüştü ama bebeği
bir çocuk gibi ne onlara kırılmıştı ne de kızgındı. Ağladı diye göz yaşlarını
silecek kadar sevgi dolaydı kollarındaki bebeği.
Aziz
dudaklarını Serhat’ın saçlarına bastırırken fısıltıdan farksız sesiyle,
“Çok
teşekkür ederim.”
Serhat
duyduklarıyla kocaman gülümseyip, Aziz’in sırtını sıvazlamaya başlamıştı ama o
da fısıltıdan farksız sessiyle konuşmadan duramamıştı ki, Aziz duyduklarıyla
donakalmıştı.
“Ne
demek, abi.”
Yorumlar
Yorum Gönder